Alternatifim Cafe

Atatürk ve Hukuk

Discussion started on Atatürk Köşesi

Atatürk’ün Cumhuriyet Savcılarına Seslenişi, 9 Ekim 1925


Her uygar ve çağdaş devlette olduğu gibi, Türk Cumhuriyeti Adliyesinde de, Cumhuriyet Savcılarını yüksek ve son derece önemli bir görev ve makamın temsilcileri olmak üzere tanırım. Devrim Savcılarının, kendilerine verilen bu büyük görevin önemine uygun olarak gayretli ve çalışkan olmaları konusunu, adliyemizin başarı ve üstünlüğünün en önemli etkenlerinden sayarım. Laik Türk Devrimi, çağımızın uluslara yaşama ve yükselme yeteneğini veren en son ve en uygar ilkelerinin bir ifadesi ve Türk Ulusunun büyük fedakârlıklarıyla sürdürülen ve kazanılan büyük mücadelesinin eseridir. Devrimlerin gerçekleşmesi, kararları ve kanunlarıyla, ulusal irade ve ulusal egemenliğin bir görünümü; bütünü itibariyle de Türk Ulusunun bütün haklarıdır. Devrimlerin her biri, ulusun emeği ve hakkı ile gerçekleşmiştir. Cumhuriyet Savcılarımızın, devrimin gerekleri etrafında, en kıskanç ve uzakları gören hassas nöbetçiler olmalarını, asıl görevlerinden sayarım.

Türk Cumhuriyeti, ulusun kaderini yıllarca hastalıklı ve korkunç gelenekleriyle, zulüm ve baskının kan ve yangınları içinde sürükleyen saltanat ve hilâfet tarihini yıktı. Bu mücadelenin asıl amaçlarından biri de, zayıf olanları zorbaların baskısından ve entrikacıların âleti olmaktan kurtarmak ve ulusu kendi kaderine sahip kılmaktır. Çağdaş ve uygar bir ulusuz. Ulusumuz, Batı uygarlığını kayıtsız şartsız kabul etmiştir. Hayatta başarılı olmanın tek yolu budur. Yılmaz ve kesin kararlı devrimlerimiz, Türk ulusunun yaradılıştan gelen büyük yeteneğinin gelişmesi ve artırılması için gereken zemini hazırlayarak hızla ilerlemektedir. Yüksek amaca yönelik herhangi bir suikast failinin durmaksızın kovuşturulması ve kovuşturmanın, ulusun bütün hakları tatmin ve tazmin edilinceye kadar, hakim önünde de kaygı ve ısrarla sürdürülmesini ve sonuçlandırılmasını isterim.

Bütün düşüncelerin üzerinde olan kamu hukuku ve kamu yararının korunmasının, devlet ve hükümet gücünün mutlaka sağlanması ve korunmasıyla mümkün olabileceğini önemle hatırlatırım. Cumhuriyette devlet ve hükümet gücü, ulusal irade ve ulusal egemenliğin en kesin ve en temel ifadesi ve görünümüdür. Türk yasalarına dayanan bu yetki ve güce engel olacak en küçük bir girişimin dahi, ulusun egemenlik hakkına açık bir saldırı olarak değerlendirilerek, buna yeltenenlerin mutlaka mahkeme huzuruna çıkarılmasını talep ederim. Özgürlüğü ve yasaları bir alet gibi öne sürerek, ulusun en küçük bir yararını bile tehlikeye atmak hakkına hiç kimse sahip değildir. Devlet halinde yaşayan uygar uluslarda, özgürlük ulusun emrindedir; yüksek yararlarının gerektirdiği şekilde genişletilir, sınırlanır ve belirlenir. Yakın tarihimizde ve eski zamanlarda, dinlerin zorba hükümdarların, rahipler ve çıkar sağlayanların elinde bir baskı aracı olması gibi, çağımızda kesinlikle izin verilemez ve hoş görülemez. Devrime karşı koyan muhalefetin özgürlükten ve yasadan yararlanmaya hakkı yoktur. Bireyin değil, bireylerin tamamını ifade eden toplumun ve devletin yararı her düşünce ve kaygıdan önce gelmelidir. Sınırsız bireysel özgürlük ve kişisel çıkar peşinde olanlar, kendi emellerini, çıkarlarını ulusun yüksek çıkarları ve özgürlüğünden üstün tutanlardır. Sınırsız kişisel özgürlükler, kişisel çıkarlar, uygar ve düzenli toplumları, devletleri yıkarak anarşiyi ve çoğunlukla da zorbalığı yaratır. Anarşi ve zorbalık, doğrunun yanlışa, zayıfın güçlüye yenilmesi sonucunu doğurur. Uygar uluslarda, yasa ve özgürlük, yüksek çıkarların korunması için düzenlenir ve kabul edilir. Çağdaş devlet kurmaya ve bu kuruluştan yararlanmaya karar veren toplumlarda, bu kesin bir şart ve zorunluluktur. Birey yok, toplum vardır. Zorbalık ve monarşiyle yönetilen ülkelerde, yasa ve özgürlük bir kişinin veya sınıfın emellerini sağlamaya yarayan bir araç olur. Göçebe veya ilkel topluluklarda, toplum değil kişinin çıkarları vardır.

Halkçılık esaslarına dayanarak yönetilen bir ülkede, düzenin diğer her yönetim şeklinden daha fazla önem ve ısrarla kurulması ve geliştirilmesi gerekir. Bu kuralın, çağımız uygarlığının başarı sırlarından en önemlisi olduğunu hatırlatırım. Halk yönetiminin, ancak bu şekilde başarıya ulaşacağından ve insan haklarının ancak bu yoldan korunabileceğinden asla kuşku duyulmamalıdır. Düzen ve işleyiş, halk cumhuriyetlerinde, ulusal egemenlik ve ulusal çıkarlar gibi en yüksek yetkinin bir gereğidir. En son hukuk kurallarına dayanan bu gerçekleri, Türkiye Cumhuriyeti Savcılarının, bir an için bile gözden uzak tutacaklarına ihtimal vermem. Yasalarımızın uygulanmasında, bu yönlerin önemle ve mutlaka dikkate alınmasını talep ederim.

Savcılarımızın, kovuşturmak ve açmak zorunda oldukları ceza davaları, mahkeme huzurunda, her türlü delille aydınlatılacaktır. Cumhuriyet Savcılarının bu konuda yapacakları açıklamaları, kamu hukuku adına istenen ceza, suç ve sanık hakkında kamuoyunun aydınlatılması için ve verilecek hükmün niteliğine ilişkin açık bir fikir edinilmesini sağlamak için gerekli bulurum. Davaların Yargıtay’ca incelenmesi sırasında da, bu konunun büyük kolaylık sağlayacağı açıktır.

Savcılık, karar değil, dava makamıdır. Yargılama sırasında ve duruşmada, savcılarımızın kendilerini herhangi bir davanın taraflarından sayarak ısrarla açıklamaları ve görüşlerinin kabul edilmesini ve desteklenmesini sağlamak için, tüm tarihsel ve yasal araçlardan yararlanmayı ihmal etmemeleri gerekir.

Kamu Hukuku adına ortaya koyduğu bir talebin desteklenmesini sağlayamamanın, bir Cumhuriyeti Savcısı için övünülecek bir konu olamayacağını hatırlatmak isterim.

Cezaevlerinin haftada bir mutlaka denetlenerek, yargılama olmaksızın tutuklu kalanların, kısaca nedenleriyle birlikte derhal en yakın müfettişliğe ve Adalet Bakanlığına bildirilmesi gerekir. Bir soruşturmanın başlatılabilmesi ve sürdürülebilmesi için bir şikayet veya zabıtanın bildirimi beklenecektir. Duyuma dayanarak soruşturmaya başlanarak, herhangi bir olayla ilgili olarak merciinden bilgi alınarak gerçeğin aydınlatılması ve konunun ilgi ve dikkatle izlenmesi, kamu hukuku ve kamu güvenliğinin esenliğini sağlamak bakımından çok önemlidir.

Türkiye Cumhuriyetinde kimsesiz bir birey yoktur. Cumhuriyet, böyle bir kavramı asla kabul edemez. İnsan hakları, yasalarımızın güvencesi altındadır. En güçsüz ve en kimsesizlerin yardımcısı devlet ve onun kamu hukuku temsilcileri olan Cumhuriyet Savcılarıdır. Kendilerini kimsesiz görenlerin, yanlarında her an haklarını aramakla görevli Cumhuriyet Savcıları bulunduğunu asla unutmamaları ve bundan emin olmaları gerekir. Zayıf ama haklı olanların en güçlü durumda olmaları, adliyemizin en belirgin özelliği ve ülküsüdür. Cumhuriyet Adliyesinin yükselmesini bir onur meselesi saydıklarından hiç kuşku duymadığım çalışma arkadaşlarıma bu onurlu görev alanında mutlak ve muhakkak olan başarılarını coşkuyla dilerim efendim.

(Doç. Dr. Ali Birinci, Yeni Türkiye Dergisi, Cumhuriyet Özel Sayısı I, 1998, s. 23-24)
#51 - Eylül 27 2008, 14:32:05
''Cehennem, başkalarıdır. ''

Şark İstiklâl Mahkemesinde yargılanan gazetecilerin telgrafı üzerine Atatürk’ün, İstiklâl Mahkemesi Savcılığına yazdığı telgraf


“Şark İstiklâl Mahkemesi Savcılığına;

Gazetecilerin mahkemeye çağrılmasından sonra, Anadolu’da ve isyan alanlarında gördükleri üzerine, hata ettikleri ve pişman oldukları hakkındaki telgrafnâmelerini daha önce Mahkemenin adaletli görüşlerine sunmuştum. Yine müştereken yukarıdaki telgrafla müracaat ediyorlar; bunu da nazarı adaletle değerlendirmek uygundur efendim…

Cumhurbaşkanı Gazi MUSTAFA KEMAL”

(Atatürk’ten Hatıralar, Hasan Rıza Soyak, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul,1973, s. 348)
#52 - Eylül 27 2008, 14:33:08
''Cehennem, başkalarıdır. ''

Atatürk’ün 1 Kasım 1925 tarihinde TBMM I. Dönem 3. Yasama Yılını Açış Konuşması



“Sayın efendiler,

Cumhuriyet adliyesinin gelişimi kıvanç verici bir yolda gitmektedir. İşlemlerde güven ve hız için alınan önlemler iyi sonuçlar vermektedir.

Cumhuriyet adliyesine mensup olanların en küçük üyelerine kadar bilimsel yeterliliğe ve Cumhuriyet ülküsüne sahip olmaları konusunda çabalar sevindiricidir. Bir yandan, bilimsel yeterliliği sağlayan kuruluşa önem verirken diğer yandan Cumhuriyet adliyesinin dayanağı olacak kanunların bir an önce yapılmasına önem verilmelidir. Geçmiş yönetimlerden devredilen yetersiz kanunlarla, geçirdiğimiz yıllarda genel hayatın karşı karşıya bırakıldığı güçlüklere göğüs gerebilmiş ise, bu, ulusumuzun Cumhuriyete olan sarsılmaz olağan ilgisinden ve Cumhuriyet yönetiminin özündeki güç ve kuvvetindendir. Fakat yetersiz kanunların devamına göz yummak yüzünden, ulusun karşı karşıya bulunduğu zorlukların bir an önce giderilmesi, geciktirilmeyecek zorunlu işler arasındadır. Yüce Meclise sunulacak olan Ceza Kanunu, Medeni Kanun ve Ticaret Kanununun bu yasama döneminde derlenmesi ve yayımlanmasındaki ivediliği özellikle söylemek isterim.

Genel hayatımızı yeni baştan düzenleyecek olan bu önemli kanunların, çağdaş uygarlığın kanunları grubundan olması doğaldır. (Bravo sesleri) Ulusumuzun içinde bulunduğu uygar topluluğun ekonomik ve uygar gereksinmeleri o kadar yakındır ki, buna karşılık kanunlarda da aynı şekilde yakınlaşma gerekli bulunmaktadır. Çağımızın gereksinmelerine uygun kanun yapmak ve onu iyi uygulamak, ilerlemek ve yükselmek için gerekli ve çok önemlidir. (Bravo sesleri)

(Millet Meclisi Tutanak Dergisi D. II, C. 19, S. 7)
#53 - Eylül 27 2008, 14:33:50
''Cehennem, başkalarıdır. ''

Atatürk’ün, 5 kasım 1925 tarihinde Ankara Hukuk Fakültesini açarken yaptığı konuşma



Bugünkü toplantımız, Cumhuriyetin yönetim merkezinde bir hukuk okulunun açılması dolayısıyladır. Bu olay, yüksek işyar (memur) ve uzman bilgin yetiştirmek çabasından daha büyük bir önem taşıyor. Yıllardır sürüp duran Türk devrimi, düşünüşünü, varlığını, sosyal yaşayışını, üzerine kurulduğu yeni hukuk ilkelerini saptamak ve sağlamlaştırmak yoluna girmiş oluyor.

Türk devrimi nedir? Bu devrim, sözcüğün birdenbire akla getirdiği "ihtilâl" anlamının ötesinde ve ondan daha geniş bir değişmeyi dile getirmektedir. Bugünkü devletimizin biçimi, yüzyıllardır sürüp gelen eski biçimleri bir yana iten en olgunu, en gelişmişidir. Ulusun, varlığını sürdürebilmek için bireyleri arasında düşündüğü ortak bağ, yüzyıllardan beri sürüp gelen biçimini, niteliğini değiştirmiş; ulus bireylerini, din bağı - mezhep bağı yerine, Türk Ulusçuluğu bağı ile toplamış, bir araya getirmiştir.

Ulus, uluslararası genel savaş alanında, kendisini var gücüyle yaşatabilecek aracın, ancak çağdaş çevrede, uygarlıkta bulunabileceğini, bir değişmez gerçek olarak kendisine ilke edinmiştir. Kısacası, baylar, ulus, saydığım değişikliklerle devrimlerin gerekli ve doğal sonucu olarak, genel yönetiminin, bunu sağlayacak bütün yasaların, ancak dünyalık ihtiyaçlardan doğacağını, bunlar değişip geliştikçe ona ayak uyduracak bir görüş ve düşünüşün kendisini esenliğe kavuşturup ölümsüz bir yaşayışa ulaştıracağını kavramış bulunuyor.

Eğer, yalnız altı yıl önceki anılarınızı yoklarsanız; devletin biçiminde, halkın birbiriyle kaynaşmasında, bizi güçlendiren uygarlık olanaklarının sağlanışında, kısacası, bütün kuruluşların ve oluşların gelişip oturmasında uygulanan ilkelerin nasıl yeni ve değişik olduğunu hatırlarsınız. Altı yıl içinde büyük ulusumuzun yaşayışında beliren değişiklik, herhangi bir "ihtilâl"den daha güçlü, daha yüksek olan en büyük devrimlerdendir.

Ulusların kurtuluş ve yükseliş savaşında çoğu zaman kızgın ve öfkeli oldukları görülmüştür. Ama bu kızgınlık, Türk ulusunun bilinçli öfkesine benzemez. Sözünü ettiğim büyük devrim yolunda Türk ulusunun şimdiye değin harcadığı çabalar, dıştaki ve içteki saldırılara karşı yorulmaz, yıpranmaz savaşmalar içinde, ulusal egemenliğini karşı durulmaz bir güçle uygulama yolunda, hukukçuların ellerinde ve dillerinde dolaşan, alışılıp aşınmış ilkeleri bilmezlikten gelerek yeni gerçeklerin ve gelişen olayların havasında yoğrulmuş bir yönetim biçimi, bir yeni devlet yönetimi arayıp bulmak uğrunda, geçmiştir. Şimdi kurulup ortaya çıkan bu büyük yapıtın görüşünü, düşünüşünü, isteklerini belirtip karşılayabilecek yeni hukuk ilkelerini, yeni hukuk adamlarını yaratma işine girişmek günü gelmiştir.

Sanıyorum ki, Ankara Hukuk Okulu ile, Cumhuriyet Hukukunu yalnız sözüyle ve görünüşüyle değil, bilinçli ve bilgisel niteliği ile, yeni yasalarıyla, yeni hukuk adamlarıyla açıklayacak, savunacak ve uygulayacak bir davranışa baş vurmuş oluyoruz.

Cumhuriyet Türkiye'sinde eski yaşama kurullarının eski hukuk ilkelerinin yerini bugün, yeni hukuk ilkelerinin almış olduğu bilinen bir gerçektir. Bu olup bittiyi sizin kitaplarınız ve uygulanacak yasalarınız anlatacak ve açıklayacaktır.

Sevgili Hukuk Öğrencileri! Sayın Hukuk Adamları!

Yeni hukuk ilkelerinden, yeni kuruluşumuzun gerektirdiği yasalardan söz açarken, "Her devrimin kendisine özgü dayanağı bulunmak gerektir" nedenini, yalnız bu ana nedeni göz önüne koymak istemiyorum; ille boş yere sitem etmekten vazgeçerek Türk ulusunun, çağdaş uygarlığın özelliklerinden ve verimlerinden yararlanabilmesi için, en az üç yüz yıldan beri harcadığı çabaların ne kadar kaygı verici engeller karşısında araya gittiğini göz önüne alarak, bütün uyanıklığım ve üzüntümle söylüyorum: Ulusumuzu çöküntüye sürükleyen, zaman zaman bağrından kopup da ileri düşünceleri için savaşmayı göze almış kimseleri yıldırıp usandıran gerici ve ezici güçler, bugüne değin elinizde bulunan hukuk kurallarıyla ona içten bağlananlar olmuştur. Belki ağır düşerse de, tarihe dayanan bu görüşüme, bu yüce topluluk içinde yer alanlardan ve Cumhuriyet hükümetine çok yararlı olan seçkin kimselerden pek şaşan bulunmayacağını umarım : Yine de amacımı biraz daha açıklamama izninizi dilerim. Uluslararası genel tarih içinde Türklerin 1453 zaferini, İstanbul'un fethini bir düşünün; bütün bir dünyaya karşı İstanbul'u Türk toplumuna mal eden güç, aşağı yukarı o yıllarda bulunan matbaayı ülkeye mal etmek için o zamanki hukukçuların uğursuz direncini göğüsleyememiştir. Eskimiş hukukla dar düşünceli hukukçulardan buna izin koparabilmek için üç yüz yıl, kuşkular, kararsızlıklar, üzüntüler içinde beklemek zorunda kalmışızdır.

Eski hukukun çok uzak, çok eski ve yaşama gücünü çoktan yitirmiş bir dönemini seçtiğimi sanmayın. Eski hukukla ona saplanıp kalanların bu devrim yıllarında bana gösterdiği güçlüklerden örnek vermeye kalksam başınızı ağrıtmak tehlikesine düşmüş olurum. Şu kadarını bilesiniz ki Türkiye Büyük Millet Meclisinin kuruluş günlerinde bu oluşu hukuk ilkelerine ve bilimsel görüşlere aykırı bulanların başında ünlü hukukçular vardı. Büyük Millet Meclisinde egemenliğin ulusta olduğunu belirten tasarıyı öne sürdüğüm gün, bu ilkenin Osmanlı Anayasasına aykırılığından dolayı karşısına çıkanların başında yine eski ve bilimsel erdemi ile ün salan, ulusu aldatıp durmuş olan belli hukukçular yer alıyordu.

Cumhuriyet ilân olunduktan sonra bile, baş gösteren bir acıklı olayı uyanık gözlerinizin önünde canlandırmak isterim: En ileri, en bayındır bir kentimizin hem bizim yurdumuzda hem Avrupa'da okuyup yetişmiş seçkin uzmanlardan kurulu baro topluluğu, açıktan açığa halifeci olduğunu söyleyip duran birisini kendine başkan diye seçmiştir. Bu olay, köhne hukuka saplanmış olanların cumhuriyet anlayışına karşı nasıl bir eğilimde olduklarını belirtmeye yetmez mi? Bütün böyle olaylar, devrimcilerin en büyük ama en sinsi can düşmanlarının çürümüş hukukla onun zavallı tutkunları olduğunu göstermektedir

.

Ulusun arasız ve ateşli devrim atılışları sırasında sinmek zorunda kalan eski kanun hükümleri, eski hukuk adamları, devrimcilerin ateşi ve etkisi yavaşlamaya başlar başlamaz hemen canlanarak devrim ilkelerini, ona içten bağlı olanları, bunların kutsal ülkülerini suçlayıp kötülemek için fırsat beklerler ve bu fırsat, eski yasaların yürürlükte kalmasıyla, eski anlayışı sinsice kollayıp yürütmekte direnen yargıçların ve avukatların varlığı ile belirir ve beslenir.

Bugünkü hukuk çalışmalarımızın gerekçelerini böylece açıklamış olduğumu umuyorum. Büsbütün yeni yasalar düzenleyerek eski hukuk ilkelerini temelinden kazımaya girişiyoruz. Yeni hukuk ilkeleriyle, alfabesinden okumaya başlayacak bir yeni hukuk kuşağı yetiştirmek için bu okulu açıyoruz. Bütün bu işlerde dayanağımız ulusumuzun üstün yeteneği ve kesin isteğidir. Bu girişimlerde arkadaşlarımız, yeni hukuku, bizimle birlikte anlattığım nitelikte anlamış olan seçkin hukuk bilginlerimizdir.

Yeni hukuk ilkeleri genel yaşayışımızda başarılı uygulamalarla etkisini gösterene kadar geçecek zamanı, devrimin yorulmaz ve yıpranmaz gücü kısaltacak ve zararsız kılacaktır.

Öğrenciler !

Yeni Türk toplumunun kurucusu ve kollayıcısı olmak amacıyla okumaya başlayan sizler, Cumhuriyet döneminin gerçek hukuk bilginleri olacaksınız. Bir gün önce yetişmenizi ve ulusun isteğini yürürlüğe koymanızı hepimiz sabırsızlıkla beklemekteyiz. Sizi yetiştirecek olan profesörlerin kendilerinden beklenen ödevi hakkıyla yerine getireceklerine güveniyorum. Cumhuriyetin yapıcısı ve kollayıcısı olacak bu büyük kuruluşun açılmasında duyduğum mutluluğu hiç bir girişimimde duymadım. Bunu böylece belirtip açıklamaktan da ayrıca sevinçliyim.

( Behçet Kemal Çağlar, Bugünün Diliyle Atatürk’ün Söylevleri, TDK Yayını, Ankara 1968, s. 159)

Bu konuşmanın aslı

Huzzarı Kiram!

Cumhuriyetin merkezi idaresinde bir Hukuk Mektebi açmak vesilesi bugünkü içtimaımızı izhar etmiş bulunuyor. Bugün şahit olduğumuz hâdise, yüksek memur ve mütehassıs âlimler yetiştirmek teşebbüsünden daha büyük bir ehemmiyeti haizdir. Senelerden beri devam eden Türk İnkılâbı, mevcudiyetini ve zihniyetini, hayatı içtimaiyenin mebnası olan yeni esasatı hukukiyede tesbit ve teyit etmek çaresine tevessül etmiştir.

Türk İnkılâbı nedir? Bu inkılâp, kelimenin vehleten ima ettiği ihtilâl manasından başka, ondan daha vâsi bir tahavvülü ifade etmektedir. Bugünkü Devletimizin sekli, asırlardan beri gelen eski şekilleri bertaraf eden en mütekâmil tarz olmuştur.

Milletin, idamei mevcudiyet için efradı arasında düşündüğü rabıtai müştereke, asırlardan beri gelen şekil ve mahiyetini tebdil etmiş, yani millet, dinî ve mezhebî irtibat yerine Türk Milliyeti rabıtasiyle efradını toplamıştır.

Millet, beynelmilel umumî mücadele sahasında sebebi hayat ve sebebi kuvvet olacak ilim ve vasıtanın ancak muasır medeniyette bulunabileceğini bir hakikati sabite olarak umde ittihaz eylemiştir.

Velhasıl efendiler, millet saydığım tahavvülât ve inkılâbatın tabiî ve zaruri icabı olarak idarei umumiyesinin ve bütün kanunlarının ancak dünyevi ihtiyacattan mülhem ve ihtiyacın tebeddül ve tekâmülüyle mütemadiyen tebeddül ve tekâmül etmesi esas olan dünyevi bir zihniyeti idareyi mabihilhayat addeylemiştir.

Eğer yalnız altı sene evvelki hâtıratınızı yoklarsanız devletin şeklinde, efradı milletin rabıtai müşterekesinde medarı kuvvet olacak tarikı medeniyetin takibinde, velhasıl bütün teşkilât ve ihtiyacını istinat ettirdiği ahkâm noktai nazarından büsbütün başka esaslar üzerinde bulunduğumuzu tahattur buyurursunuz. Altı sene zarfında büyük milletimizin cereyanı hayatında vücuda getirdiği bu tahavvülât herhangi bir ihtilâlden çok fazla çok yüksek olan en muazzam inkılâbattandır.

Çok milletlerin halâs ve itilâ mücadelesinde mütehevvir oldukları görülmüştür. Fakat, bu tehevvür Türk Milletinin şuurlu tehevvürüne benzemez.

Bahsettiğim büyük inkılâp yolunda Türk Milletinin şimdiye kadar sarf ettiği mesai; dahilî ve haricî erbabı kasda karşı yorulmaz, yıpranmaz mücadeleler içinde ve bizzat iradei milliyenin mukavemetberendaz tatbikatı sahasında ve erbabı hukuk elinde bulunan kanunların ve müdevvenatın vücudundan kasten tecahül ederek evvelemirde Türk Millet ve Devletinin yeni şekli mevcudiyetini bil'amel meydana çıkarmak uğrunda geçmiştir. Şimdi vücuda gelen bu büyük eserin zihniyetini, ihtiyacatını tatmin edecek yeni esasatı hukukiyeyi ve yeni erbabı hukuku vücuda getirmek için teşebbüs almağa zaman gelmiştir.

Zannederim ki Ankara Mektebi Hukuku ile Cumhuriyet hukukunu yalnız zahirî ve lâfzî şekliyle değil, fakat şuurî ve iz'anî mahiyetiyle, kanunlarıyla erbabı hukukiyle izah edecek ve müdafaa edecek tedbire tevessül etmiş oluyoruz.

Cumhuriyet Türkiye’sinde eski kavaidi hayat, eski hukuk yerine yeni kavaidi hayatın ve yeni hukukun kaim olmuş bulunması bugün gayri kabili tereddüt bir emrivâkidir. Bu emrivâki sizin kitaplarınızda ve mabihit tatbik olacak kanunlarınızda ifade ve izah olunacaktır.

Talebe Efendiler ve hukuk müntesibi Efendiler!

Yeni hukuk esaslarından, yeni ihtiyacatımızın talebettiği kanunlardan bahsederken «her inkılâbın kendisine mahsus müeyyidesi bulunmak zaruridir.» hikmetine, yalnız bu hikmete işaret etmiyorum. Beyhude bir sitem temayülünden nefsimi tahzir ederek, fakat Türk Milletinin muasır medeniyetin vasıtalarından ve feyizlerinden müstefid olmak için lâakal üç yüz seneden beri sarf ettiği gayretlerin ne kadar elemli ve ıstıraplı mevani karşısında heba olduğunu Kemali teessür ve intibahla göz önüne alarak söylüyorum.

Milletimizi inhitata mahkûm etmiş ve milletimizin feyyaz sinesinde devir devir eksik olmamış olan erbabı teşebbüsü, erbabı cehd ve himmeti en nihayet meftur ve münhezim etmiş olan menfi ve kaahir kuvvet şimdiye kader elinizde bulunan hukuk ve onun samimî muakkipleri olmuştur. Belki ağır ve cesurane olan müşahedei tarihiyemin güzide heyetiniz için ve Hükümeti Cumhuriyenin bugün hizmetlerinden istifade etmekte bulunduğu kıymetli memurlar ve hâkimlerimiz içinde kimsenin hayretini mucip olmayacağına eminim. Bununla beraber biraz daha izahı meram için müsaade buyurmanızı rica ederim. Beynelmilel umumî tarihin cereyanında Türklerin 1453 zaferini, yani İstanbul'un fethini tasavvur buyurunuz. Bütün bir cihana karşı İstanbul’u ebediyen Türk câmiasına mal etmiş olan kuvvet ve kudret, takriben aynı senelerde icad edilmiş olan matbaayı Türkiye’ye kabul için erbabı hukukun meş’um mukavemetini iktihama muktedir olamamıştır.

Köhne hukukun ve müntesiplerinin, matbaanın memleketimize girmesine müsaade etmeleri için üç yüz sene müşahede ve tereddüt etmelerine ve leh ve aleyhte pek çok kuvvet ve kudret sarf etmelerine ıstırar hasıl olmuştur.

Eski hukukun çok uzak ve çok eski ve kuvvei ihyaiyesi ma’dum bir devrini ve müntesiplerini intihap ettiğime zahip olmayınız. Eski hukukun ve onun müntesiplerinin yeni devrei inkılâbiyemizde bizzat bana ika ettikleri müşkülâttan misal getirmeğe kalksam sizi tasdî etmek tehlikesine mâruz kalırım. Fakat bilesiniz ki Türkiye Büyük Millet Meclisinin âvanı teşekkülünde anın bugünkü mahiyet ve vaziyetini, esasatı hukukiyeye ve esasatı ilmiyeye münafi addedenlerin başında meşhur hukukşinaslar bulunuyordu. Büyük Millet Meclisinde hâkimiyetin bilâkaydü şart millette olduğunu ifade eden kanunu teklif ettirdiğim zaman bu esasın Kanunu Esasii Osmaniye mugayeretinden dolayı muarız bulunanların başında yine eski ve fazileti ilmiyesi ile milleti iğfal eden maruf hukukşinaslar bulunuyordu.

Muhterem Efendiler!

Hatta Cumhuriyet ilân olunduktan sonra vukua gelen feci bir hâdiseyi de nazarı intihabınız önünde canlandırmak isterim. En büyük mamuremizin bu memlekette belki Avrupa’da tahsil etmiş yüksek mütehassıslardan mürekkep baro heyeti alenen hilâfetçi olduğunu ilân eden ve ilân, etmekle iftihar duyan birisini seçip kendisine reis intihap eylemiştir. Bu hâdise köhne hukuk erbabının cumhuriyet zihniyetine karşı deruni ve hakiki olan vaziyet ve temayülünü ifadeye kâfi değil midir? Bütün bu hâdisat erbabı inkılâbın en büyük fakat en sinsi hasmı canı, çürümüş hukuk ve onun bîderman müntesipleri olduğunu gösterir. Milletin hummalı inkılâp hamleleri esnasında sinmeğe mecbur kalan eski ahkâmı kanuniye, eski erbabı hukuk; erbabı himmetin nüfuz ve ateşi yavaşlamağa başlar başlamaz derhal canlanarak inkılâp esaslarını ve onun samimî muakkiplerini ve onların aziz mefkûrelerini mahkûm etmek için fırsat beklerler.

Bu fırsat eski kanunların mevcudiyeti ve eski esasatı hukukiyenin mer'iyeti ile ve eski zihniyetini derunî ve kalbî olarak muhafazada mütemerrit hâkimlerin ve avukatların mevcudiyetiyle müemmendir.

Bugünkü hukuki faaliyetlerimizin esbabını izah etmiş oluyorum ümidindeyim. Büsbütün yeni kanunlar vücuda getirerek eski esasatı hukukiyeyi temelinden kal'etmek teşebbüsündeyiz. Ve yeni esasatı hukukiye ile elifbasından tahsile başlayacak bir yeni hukuk neslini yetiştirmek için bu müessesatı açıyoruz. Bütün bu icraatta mesnedimiz milletin istidat ve kabiliyeti ve iradei kat'iyesidir.

Bu teşebbüslerde arkadaşlarımız, yeni hukuku, bizimle beraber, bahsettiğim mahiyette anlamış olan güzide erbabı hukukumuzdur. Hayatı umumiyemizin yeni esasatı hukukiyesi nazarî ve tatbikî sahada tecelli ve tahakkuk edinceye kadar geçecek zamanı temin eden bizzat milletimiz ve onun inkılâbındaki yorulmaz ve yıpranmaz kuvvet olacaktır.

Talebe Efendiler!

Yeni Türk hayatı içtimaiyesinin bâni ve müeyyidi olmak iddiasıyla tahsile başlayan sizler; cumhuriyet devrinin hakiki ulemayı hukuku olacaksınız; bir an evvel yetişmenizi ve arzuyu milleti fiilen tatmine başlamanızı millet sabırsızlıkla beklemektedir. Sizi yetiştirecek olan profesörlere terettüp eden vazifeyi hakkıyla ifa edeceklerine eminim.

Cumhuriyetin müeyyidesi olacak bu büyük müessesenin küşadında hissettiğim saadeti hiç bir teşebbüste duymadım; ve bunu izhar ve ifade etmekle memnunum.”

(Milli Eğitimle İlgili Söylev ve Demeçler, Ankara, 1946, s. 5)

#54 - Eylül 27 2008, 14:34:29
''Cehennem, başkalarıdır. ''

16 Haziran 1926 tarihinde kendisine karşı İzmir’de girişilen suikast sonrasında Atatürk’ün, yayınladığı bildiri



“Sonuçsuz bıraktırılan suikast girişimi nedeniyle derneklerden, kuruluşlardan, memurlardan, komutanlardan, subaylardan, milletvekillerinden, arkadaş ve vatandaşlarımdan samimi üzüntülerini bildiren aldığım mektup ve telgrafnâmelerden dolayı pek duygulandım ve minnettarım. Girişimin, benim şahsımdan çok, kutsal Cumhuriyetimize ve onun dayandığı yüksek ilkelere yönelik olduğuna şüphe yoktu. Bu nedenle, genel olarak gösterilen duygularla Cumhuriyet ve ilkelerimize olan aşırı bağlılığın ne derecede bitimsiz olduğuna bir kere daha inandım. Temeli, büyük Türk milletinin ve onun kahraman evlâtlarından oluşmuş büyük ordumuzun vicdanında, akıl ve bilincinde kurulmuş olan Cumhuriyetimizin ve milletin ruhundan esinlenilen ilkelerimizin bir vücudun ortadan kaldırılması ile bozulabileceği yanılgısında bulunanlar çok boş akıllı bedbahtlardır. Bu gibi bedbahtların, Cumhuriyetin adalet ve kudret pençesinde hak ettikleri davranışla karşılaşmaktan başka bir şey elde edemezler. Benim değersiz vücudum bir gün elbet toprak olacaktır; fakat Türkiye Cumhuriyeti sonsuza kadar yaşayacaktır. Türk ulusu, güven ve mutluluğunu sağlayan ilkelerle uygarlık yolunda tereddütsüz yürümeye devam edecektir.”

(Atatürk’ten Hatıralar, Hasan Rıza Soyak, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 1973, s. 368)
#55 - Eylül 27 2008, 14:36:27
''Cehennem, başkalarıdır. ''

Atatürk’ün 1 Kasım 1926 tarihinde, TBMM II. Dönem 4.Yasama Yılını Açış Konuşması



“Büyük Millet Meclisinin sayın üyeleri,

Büyük Millet Meclisinin 8’inci çalışma yılına girerken, sayın üyeleri saygı ve sevgi ile selâmlarım. (Alkışlar) Bu yıl, soylu ulusumuzun lâyık olduğu uygar düzeydeki yerini alabilmesi için Büyük Meclisin, bir iki yıldan beri, onayladığı kanunların ve aldığı önlemlerin, genel yaşamımızda uygulamaları ile geçmiştir. Bu uygulamaların olumlu etkilerini ve belirtilerini sevinçle gözlemekteyiz.”

Aynı metinden:

“Genel reformlar içinde kabul buyurduğunuz medeni kanun, ceza ve ticaret kanunları uygulamaya konulurken, yargıçlarımızın gösterdiği çabaları ve uygun davranışları kutlarım. Kanunların, ulusun gerçek ihtiyaçlarına ve içten gelen isteklerine ne derece uygun olduğu ortaya çıkmıştır.

Sayın baylar, Türk ulusunun gelişmesine yüzyıllardan beri karşı koyan engelleri kaldırmak ve genel yaşamımıza çağdaş uygarlığın kanunlarını ve araçlarını getirmek için harcadığımız çabaların ulusun tümünün onayını almış olduğu kesindir. Aşırı isteklerini içinde gizleyen, ulusun esenliği yolunda tatmin edilmemiş görünenlerin son çırpınma girişimleri, milli irade karşısında her zaman yenilgiye uğramıştır. Ve uğrayacaktır. (Sürekli alkışlar)

Bu girişimlerin son belirtisi olarak ortaya çıkan suikast olayı, naçiz şahsımla olan ilişkisi dolayısıyla değil fakat, Türk ulusunun mert yapısına yaraşmaması ve ulusu temsil eden onurlu, yüksek bir görevi, saldırı yeri yapmayı düşünecek kadar soysuzlaşan gerici bir düşünce göstermesi yönüyle üzüntüye neden olmaktadır.

Ancak, sayıları pek az ve alçak bir toplulukla sınırlı kalan bu düşünceye karşı bütün ulusun candan gösterdiği nefret ve karşı koyma, Cumhuriyetin ve Büyük Millet Meclisi kuruluşunun millet önünde ne derece kutsal olduğunu kanıtlaması yönünden avunma ve övünme nedeni olmuştur. (Alkışlar)

Sayın üyeler, ulusumuzun yazgısına el koyduğundan beri, Büyük Millet Meclisinin ilkesi, sosyal topluluğumuzun kaybettiği yüzyılları zaman geçirmeden yerine koymak ve yöneldiği amaçlara güven ve huzurla varmak için durumun gerektirdiği önlemleri duraksamadan almak, uygulamaktır.”

Aynı metinden:

“Büyük Millet Meclisinin, son yıllarda çizdiği yönden, günden güne yapılan yanıltmalar ve karışıklıklarla ulusumuzu saptırmak isteyenlere karşı zorunlu olarak yürürlüğe koyduğu Takrir-i Sükûn Kanunu (Huzuru Koruma) bu prensibin eserlerindendir.

Bu kanunun, genel reformların iyi anlaşılması, olumlu biçimde uygulanması, genellikle huzur ve kararlılığın sağlanması ve devletin etki ve şerefinin yerleştirilmesi ve gerçekleştirilmesi konusunda ne derece faydalı olduğu açıktır. Takrir-i Sükûn Kanunu, uygunsuz davranışlara ve suiistimallere karşı koyacak basının özgürlüğünü asla kısıtlamadığı, bağlamadığı da herkesçe anlaşılmış olsa gerektir. Bu sınır içinde uygulanmakta olan Takrir-i Sükûn Kanununun ulusun hayatı için gerekli olan huzur ve güvenliğin yenileştirme ve reformların korunması ve sağlanması gibi önemli konular için, gerekli görülürse uygun bir süre daha yürürlükte kalması, Büyük Millet Meclisince göz önünde tutulmaya değer.

(Millet Meclisi Tutanak Dergisi D. II, C. 27, S. 1; Behçet Kemal Çağlar, Atatürk’ün Söylevleri, TDK Yayını, Ankara, 1968, s. 167)
#56 - Eylül 27 2008, 14:37:39
''Cehennem, başkalarıdır. ''

Atatürk’ün, Söylev’de, Teşkilât-ı Esasiye Kanununda geçen “şeriat” sözü ile ilgili açıklamaları



Efendiler, hilâfet ve din konularıyla uğraşıldığı sıralarda, Teşkilât-ı Esasiye Kanunu'ndaki bir noktanın halkın ve özellikle aydınların kafasında düğümlenip kaldığını öğrendik. Bu düğüm kanunda Cumhuriyetin ilânından sonra da bırakıldığı gibi, kanuna, düğüm teşkil edecek ikinci bir noktanın daha sokulmuş olduğunu görenler, şaşkınlıklarını gizleyememişlerdi ve bugün de gizlememektedirler.

Bu noktaları açıklayayım : 20 Ocak l921 tarihli Teşkilâtı Esasiye Kanununun 7. ve 21 Nisan 1924 tarihli Teşkilât-ı Esasiye Kanununun 26. maddesi Büyük Millet Meclisi'nin görevlerinden söz eder. Maddenin başında, Meclisin ilk görevi olmak üzere, “şeriat hükümlerinin yürütülmesi yer alır.

İşte bunun nasıl bir görev ve şeriat hükümlerinden maksadın ne olduğunu anlamakta sıkıntı çekenler vardır. Çünkü, sözü geçen maddede Büyük Millet Meclisinin “kanunları yapmak, değiştirmek, yorumlamak yürürlükten kaldırmak vb” gibi belirtilen ve sayılan görevleri o kadar geniş kapsamlı ve açıktır ki, “şeriat hükümlerinin yürütülmesi” diye ayrıca ve başlı başına bir klişenin yer alması gereksiz sayılmaktadır. Çünkü “şeriat” demek “kanun” demektir. “Şeriat hükümleri” demek “kanun hükümleri” demekten başka bir şey değildir ve olamaz. Başka türlüsü çağdaş hukuk anlayışı ile bağdaştırılamaz. Bu böyle olunca, “şeriat hükümleri” deyimiyle kastedilen anlam ve kavramın büsbütün başka bir şey olması gerekir.

Efendiler, ilk Teşkilât-ı Esasiye Kanunu'nu hazırlayanlara bizzat başkanlık ediyordum. Yapmakta olduğumuz kanunla, “şer i hükümler” deyiminin bir ilişkisi olmadığını anlatmak için çok çalıştık. Fakat bu deyime, kendi zanlarınca bambaşka anlam verenleri inandırmak mümkün olmadı.

İkinci nokta Efendiler, yeni Teşkilât-ı Esasiye Kanununun ikinci maddesinin başında yer alan “Türkiye Devleti'nin dini, İslâm dinidir” cümlesidir. Bu cümle daha Teşkilât-ı Esasiye Kanunu'na geçmeden çok önce İzmit’te, İstanbul ve İzmit basın mensuplarıyla yaptığımız uzun bir görüşme ve sohbet sırasında, karşımdakilerden birinin şu sorusuyla karşılaştım: “Yeni hükümetin dini olacak mı?”

İtiraf edeyim ki, böyle bir soru ile karşılaşmayı hiç de istemiyordum. Sebebi, pek kısa olması gereken cevabın, o günkü şartlara göre ağzımdan çıkmasını henüz istemeyişimdir. Çünkü, vatandaşları arasında çeşitli dinlere bağlı unsurlar bulunan ve her dinden olanlar hakkında adaletli ve tarafsız davranmak, mahkemelerinde vatandaşları ve yabancılar için adaleti eşit ölçülerle uygulamakla yükümlü bulunan bir hükümet, düşünce ve vicdan hürriyetine saygılı olmak zorundadır. Hükümetin bu tabiî sıfatının, şüpheli yoruma yol açabilecek vasıflarla sınırlandırılması elbette doğru değildir.

“Türkiye Devleti'nin resmî dili Türkçe'dir” dediğimiz zaman bunu herkes anlar. Hükümetle olan resmî işlemlerde Türk dilinin geçerli olmasını herkes tabii bulur. Fakat, “Türkiye Devletinin dini İslâm dinidir” cümlesi aynı şekilde mi anlaşılacak ve kabul edilecektir? Bu elbette, açıklanmaya ve yorumlanmaya muhtaçtır.

Efendiler, karşımdaki gazetecinin sorusuna “hükümetin dini olamaz!” diyemedim. Aksini söyledim.

Vardır Efendim, İslâm dinidir, dedim. Fakat, hemen arkasını “ İslâm dininde düşünce özgürlüğü vardır” cümlesiyle cevabımı açıklamak ve yorumlamak gereğini duydum. Demek istedim ki, devlet, düşünce ve vicdana saygı göstermekle kayıtlı ve yükümlü olur.

Karşımdaki gazeteci, verdiğim cevabı akla yatkın bulmadı ki, sorusunu şu tarzda tekrarladı: “Yani devlet bir dine bağlı kalacak mı?”

“Kalacak mı, kalmayacak mı bilmem!” dedim. Konuyu kapatmak istedim. Fakat, mümkün olmadı.

O halde, denildi; herhangi bir konuda inançlarım ve düşüncelerim doğrultusunda bir fikir ortaya atmaktan, hükümet beni engelleyecek veya cezalandıracaktır. Oysa, herkes kendi vicdanını susturmaya imkân görecek mi? O zaman iki şey düşündüm. Biri, yeni Türkiye Devletinde her ergin şahıs dinini seçmekte serbest olmayacak mıdır? sorusu. Diğeri, Hoca Şükrü Efendinin : “Bazı yüksek din arkadaşlarımızla birlikte düşündüklerimizi şeriat kitaplarında yer almış belirli ve değişmez İslâmî hükümleri yayınlayarak, maalesef yanıltıldığı görülen İslâm kamuoyunu aydınlatmayı boynumuza borç bir görev saydık” girişinden sonra yer alan “İslâm halifesinin görevi, dinin emirlerini korumak ve kollamakta peygamberin yerini tutmaktır. Dinî hükümler koymakta da yüce Peygamber Efendimizin vekilliğini yapmaktır” sözleri.

Oysa, Hocanın sözlerini uygulamaya kalkışmak, millî hâkimiyeti, vicdan hürriyetini kaldırmaya çalışmaktı. Bundan başka; Hocanın bilgi dağarcığında, Yezitler zamanında yazdırılmış istibdat rejimine has formüller bulunmuyor muydu?

O halde, ne anlama geldiği ve ne kastedildiği artık herkesçe iyiden iyiye anlaşılmış bulunan devlet ve hükümet kavramlarını ve millet meclislerinin görevlerini din ve şeriat kılıklarına bürüyerek kim ve ne için aldatılacaktır?

Gerçek bundan ibaret olmakla birlikte, o gün İzmit'te basın mensuplarıyla, bu konuda daha fazla görüşmekte yarar yoktu. Cumhuriyetin ilânından sonra da, yeni Teşkilât-ı Esasiye Kanunu yapılırken, lâik devlet deyiminden dinsizlik anlamı çıkarmak eğiliminde olanlara ve bundan yararlanmak isteyenlere fırsat vermemek için, kanunun ikinci maddesini anlamsız kılan bir deyimin sokulmasına göz yumulmuştur.

Kanunun gerek 2. ve gerek 26. maddelerinde fazladan yer alan, yeni Türkiye Devleti'nin ve Cumhuriyet rejimimizin çağdaş karakteriyle bağdaşmayan deyimler, inkılâp ve Cumhuriyetin o gün için sakıncalı görmediği tavizlerdir.

Millet, bu fazlalıkları, Teşkilât-ı Esasiye Kanunumuzdan ilk fırsatta kaldırmalıdır!

(Kemal Atatürk, Nutuk 1919-1927;Atatürk Araştırma Merkezi Yayını; Bugünkü Dille Yayına Hazırlayan: Prof. Dr. Zeynep Korkmaz, Ankara 1995, s. 483-484; 1927 baskısında s. 435-436)
#57 - Eylül 27 2008, 14:38:29
''Cehennem, başkalarıdır. ''

Atatürk’ün, Fransız Hükümeti ile yapılan görüşmeler ve Ankara Anlaşması ile ilgili olarak, Söylev’de yaptığı açıklamalardan



Efendiler, Sakarya Zaferinden sonra, Batı ile yaptığımız olumlu ve verimli temas ve görüşmeler Ankara Anlaşması ile sonuçlanmıştır. Bu anlaşma Ankara’da, 20 Ekim 1921’de imza edilmiştir. Bu konuda özet halinde bir bilgi vermek için, kısa bir açıklamada bulunayım :

Bekir Sami Bey’in başkanlığındaki delegeler heyetinin gittiği Londra Konferansı’ndan sonra, bildiğiniz üzere, İkinci İnönü Zaferiyle sonuçlanan Yunan taarruzu geri püskürtülmüştü. Bir zaman için, askeri durum sakinleşti. Rusya ile, Moskova Anlaşması imzalanmış ve doğudaki durumumuz açıklık kazanmıştı. İtilâf Devletlerinden de milli ilkelerimize saygılı olabileceklerle anlaşmanın yararlı olacağı düşünülmekteydi. Adana, Antep ve dolaylarını yabancı işgalinden kurtarmak, bizce önemli görülmekteydi.

Çeşitli sebeplerle, Suriye’den başka, bu adı geçen illeri işgalleri altında bulunduran Fransızların da, bizimle anlaşma eğiliminde oldukları anlaşılıyordu. Gerçi, Bekir Sami Bey’in Mösyö Briand (Briyan)’la yaptığı fakat milli olmayan anlaşma reddedilmiş idiyse de, ne Fransızlar ne de biz çarpışmaları sürdürmeye istekli değildik. Bu yüzden her iki taraf birbiriyle görüşme yollarını aramaya başladı. Fransız Hükümeti, eski bakanlardan Mösyö Franklin Bouillon (Franklen Buyon)’u önce gayri resmi olarak Ankara’ya göndermişti. 9 Haziran 1921 tarihinde Ankara’ya gelen Mösyö Franklin Bouillon ile Dışişleri Bakanı Yusuf Kemal Bey ve Fevzi Paşa Hazretleri’nin de katılmasıyla, bizzat iki hafta süren görüşmeler yaptım.

Birbirimizi tanımakla geçen özel bir buluşmadan sonra, 13 Haziran 1921 Pazartesi günü, Ankara istasyonundaki bana ait dairede yaptığımız ilk toplantıda görüşmelerimizin hareket noktasını belirtmek gerektiğinden söz ederek konuşmaya başladık. Ben, bizim için hareket noktasının Misak-ı Milli’de tespit edilen ilkeler olduğunu ortaya attım.

Mösyö Franklin Bouillon, ilkeler üzerindeki tartışmanın güçlüklerini ileri sürerek, Sevres Antlaşması’nın bir oldu bitti olarak ortada bulunduğunu söyledikten sonra, Londra’da Bekir Sami Bey’le Mösyö Briand’ın yaptıkları anlaşmayı temel almanın ve bu anlaşmanın Misak-ı Milli’ye aykırı olan noktaları üzerinde tartışmanın yerinde olacağı görüşünü savundu. Bu teklifinde haklı olduğunu göstermek için, Londra’da giden delegelerimizin Misak-ı Milli’den söz etmediklerini, Misak-ı Milli’nin ve Milli Mücadele’nin, değil Avrupa’da, daha İstanbul’da bile değeri anlaşılamamış olduğunu söyledi.

Ben verdiğim cevaplarda dedim ki : “Eski Osmanlı İmparatorluğu’ndan yeni bir Türk Devleti doğmuştu. Bunu tanımak gerekir. Bu yeni Türkiye, her bağımsız devlet gibi haklarını tanıtacaktır. Sevres Antlaşması Türk milleti için öylesine uğursuz bir idam kararnâmesidir ki, onun bir dost ağzından çıkmamasını dileriz. Bu konuşmamız sırasında bile Sevres Antlaşmasını ağzıma almak istemem. Sevres Antlaşması’nı kafasından çıkarmayan milletlerle güven temeline dayanan ilişkilere girişemeyiz. Bize göre böyle bir antlaşma yoktur. Londra’ya giden delege heyetimizin başkanı eğer bundan bahsetmemişse, verdiğimiz talimat ve yetki çerçevesinde hareket etmemiş demektir. Yanlış iş görmüştür. Bu yanlışlık yüzünden Avrupa ve özellikle Fransız kamuoyunda ters etkiler doğduğu görülüyor. Bekir Sami Bey’in gittiği yoldan hareket edersek, biz de aynı yanlışlığı yapmış oluruz. Avrupa’nın Misak-ı Milli deyimini öğrenmemiş olabilir. Fakat, yıllardan beri kan döktüğümüzü gören Avrupa ve bütün dünya, şu kanlı mücadelelerin neden ileri geldiğini elbette düşünmektedir. İstanbul’un Misak-ı Milli’den ve Milli Mücadeleden haberi olmadığı yolundaki sözler doğru değildir. İstanbul halkı, bütün Türk milleti gibi, Milli mücadeleyi bilmektedir ve ondan yanadır. Bu mücadeleyi bilmezlikten gelen ve ona karşı görünen kimselerle bunların yardakçıları azdır ve milletçe de tanınmaktadır.”

Franklin Boullion, Bekir Sami Beyin kendisine verilen talimat ve yetki dışına çıkarak hareket etmiş olduğu yolundaki sözlerim üzerine dediler ki, “bunu açıklayabilir miyim?” Sözlerimi istediği yere bildirip anlatabileceğini söyledim. Mösyö Franklin Boullion, Bekir Sami Beyle yapılan anlaşmadan ayrılmamak için mazeret ileri sürerken, Bekir Sami Beyin, bir Misak-ı Milli olduğundan ve onun sınırları dışına çıkamayacağından söz etmediğini, eğer bundan söz etmiş olsaydı, o zaman ona göre görüşülüp gerektiği şekilde hareket edilebileceğini; ancak şimdi durumun güçleştiğini tekrarladı. Batıdaki kamuoyu, bu Türkler, delegeleri vasıtasıyla bunu niçin dile getirmemişler de şimdi yeni yeni meseleler çıkarıyorlar diyeceklerdir.

Nihayet, uzun görüşme ve tartışmalardan sonra, Mösyö Franklin Boullion, Misak-ı Milliyi okuyup anladıktan sonra yeniden görüşmek üzere, toplantının ertelenmesini teklif etti. Ondan sonra Misak-ı Millinin maddeleri baştan sona kadar birer birer okunarak görüşme ve tartışmaya devam edildi. Üzerinde en çok durulan nokta, kapitülâsyonlârın kaldırılması ve istiklâlimizin tam olarak sağlanmasını isteyen madde oldu. Mösyö Franklin Bouillon, bu meselelerin incelenmesi ve üzerinde durulması gerektiğini bildirdi. Ben bu noktaya cevap verdim. Söylediklerimin özeti şuydu : “Tam istiklâl, bizim bugün üzerimize aldığımız görevin can damarıdır. Bu görev, bütün millete ve tarihe karşı yüklenilmiştir. Bu görevi yüklenirken, ne ölçüde başarılabileceği üzerinde hiç şüphe yok ki çok düşündük. Fakat sonunda vardığımız kanaat ve inanç, bunda başarılı olabileceğimizdir. Biz, böyle işe başlamış adamlarız. Bizden öncekilerin yaptıkları yanlışlıklar yüzünden, milletimiz sözde var sanılan istiklâline gerçekte sahip değildi. Şimdiye kadar Türkiye'yi medeniyet dünyasında kusurlu gösteren neler düşünülebilirse, hep bu yanlışlıktan ve bu yanlışlığa boyun eğmekten ileri gelmektedir. Bu yanlışlığa boyun eğmenin sonucu, mutlaka, memleket ve milletin bütün haysiyetini ve bütün yaşama kabiliyetini kaybetmesine ve ondan yoksun kalmasına yol açabilir. Biz, yaşamak isteyen, haysiyet ve şerefiyle yaşamak isteyen bir milletiz. Bir yanlışlığa boyun eğme yüzünden bu vasıflardan yoksun kalmaya katlanamayız. Aydın olsun cahil olsun, istisnasız milletimizin bütün fertleri, belki işin içindeki güçlüğü iyice kavramamış olsalar bile, bugün yalnız tek bir nokta etrafında toplanmış ve fakat sonuna kadar kanını akıtmaya karar vermiştir. O nokta, istiklâlimizin tam olarak kazanılması ve devam ettirilmesidir.

Tam istiklâl demek, elbette, siyasî, malî, iktisadî, adlî, askerî, kültürel vb. her alanda tam bir bağımsızlığa ve hürriyete kavuşmak demektir. Bu saydıklarımın herhangi birinde istiklâlden yoksun kalmak, millet ve memleketin gerçek anlamıyla bütün istiklâlinden yoksun kalması demektir.

Biz, bunu elde etmeden barış ve huzura kavuşacağımız inancında değiliz. Şekil ve usullere uyarak barış yapabiliriz, anlaşma yapabiliriz. Ancak, istiklâlimizi tam olarak sağlamayacak olan bu gibi barışlar, uyuşma ve anlaşmalarla, milletimiz hiçbir vakit varlığına ve huzura kavuşamayacaktır. Belki de silâhlı mücadelesini bırakarak, yıkıma sürüklenmeye razı olacaktır. Eğer milletimiz buna razı olsaydı, bunu kabul edebilecek yaratılışta bulunsaydı, iki yıldan beri mücadele etmeye hiç de gerek kalmazdı. Daha ateşkes anlaşmasının. ertesinde harekete geçmemek olabilirdi.

Mösyö Franklin Bouillon, bu sözlerim karşısında, ciddî ve samimî olarak bazı görüşler ileri sürdü ve en sonunda da bunun zaman meselesi olduğu görüşünü belirtti.

Efendiler, Mösyö Franklin Bouillon ile önemli ve ikinci derecede kalan sorunlar üzerinde günlerce ve günlerce görüştük. Sonuç olarak birbirimizi, düşüncelerimizle, duygularımızla ve tutumlarımızla anlayabildik sanırım. Fakat Fransız Hükümetiyle Türk Milli hükümeti arasında, kesin anlaşma noktalarının tespit edilebilmesi için biraz daha zaman geçmesi zaruri oldu. Ne bekleniyordu? Belki de, Türk milli varlığının Birinci ve İkinci İnönü Muharebesinden sonra daha büyücek bir eserle ispatlanmış olması!.. gerçekten de, Mösyö Franklin Bouillon’un kesin karara vararak imza ettiği Ankara Anlaşması, büyük ve kanlı Sakarya Meydan Muharebesi’nden otuz yedi gün sonra, arz etmiş olduğum gibi, 20 Ekim 1921’de doğmuş olan bir belgedir.

Bu anlaşma ile, siyasi, iktisadi, askeri vb. hiçbir alanda bağımsızlığımızdan hiçbir şey feda etmeksizin, vatan topraklarımızın değerli parçalarını işgalden kurtarmış olduk. Bu anlaşma ile milli davamız ilk defa olarak Batı devletlerinden biri tarafında onaylanmış ve açıklanmış oldu.

(Kemal Atatürk, Nutuk 1919-1927;Atatürk Araştırma Merkezi Yayını; Bugünkü Dille Yayına Hazırlayan: Prof. Dr. Zeynep Korkmaz, Ankara 1995, s. 422-424; 1927 baskısında s. 385-386)
#58 - Eylül 27 2008, 14:40:26
''Cehennem, başkalarıdır. ''

Atatürk’ün Söylev’de, Takrir-i Sükûn Kanunu ve İstiklâl Mahkemeleri ile ilgili açıklamalarından



Politika dünyasında birçok oyunlar görülür. Fakat, kutsal bir ülkünün belirtisi olan Cumhuriyet yönetimine karşı, çağdaşlaşmaya karşı, cahillik, bağnazlık ve her türlü düşmanlık ayağa kalktığı zaman; özellikle ilerici ve cumhuriyetçi olanların yeri, gerçek ilerici ve cumhuriyetçi olanların yanıdır; yoksa gericilerin umut ve çalışma kaynağı olan yer değil…

Ne oldu baylar? Hükümet ve Meclis olağanüstü tedbirler almayı gerekli gördü. Takrir-i Sükûn Kanunu çıkardı. İstiklâl Mahkemelerini kurdu. Ordunun savaşa hazır sekiz-dokuz tümenini, ayaklananları yola getirmek için uzun süre görevlendirdi. “Terakkiperver Cumhuriyet Partisi” denilen zararlı siyasal kuruluşu kapattı.

Sonunda, doğallıkla Cumhuriyet başarı kazandı. Ayaklananlar yok edildi. Ama Cumhuriyet düşmanları, büyük komplonun bittiğini kabul etmediler. Alçakça, son bir girişim yaptılar. Bu da İzmir’de düzenlenen cana kıyma girişimidir. Cumhuriyet mahkemelerinin ezici eli, bu kez de cumhuriyeti cana kıyıcıların elinden kurtarmayı başardı.

Sayın Baylar, durumun ağırlaşması üzerine, hükümetçe olağanüstü önlemler alınması gerektiği yolundaki görüşümüzü ilk belirttiğimiz zaman, bunu iyi karşılamayanlar vardı. Takrir-i Sükûn Kanununu ve İstiklâl Mahkemelerini zorbalık aracı olarak kullanacağımız düşüncesini ortaya atanlar ve bu düşünceyi aşılamaya çalışanlar oldu.

Kuşkusuz, zaman ve olaylar, bu tiksinti verici düşünceyi aşılamaya çalışanları, utanacak duruma düşürmüştür. Biz, alınan olağanüstü, ama yasaya uygun önlemleri, hiçbir zaman ve hiçbir biçimde, yasa dışına çıkmak için araç olarak kullanmadık, tersine, yurtta dirlik ve düzeni kurmak için uyguladık. Biz, o önlemleri, ulusun uygarlaşmasına ve toplumsal gelişmesine yararlı kıldık.

Baylar, aldığımız olağanüstü önlemlerin uygulanmasına gerekseme kalmadığı görüldükçe, onların uygulanmasından vazgeçilmekte duraksanmamıştır. Nitekim İstiklâl Mahkemeleri, iş bitince kaldırıldığı gibi, Takrir-i Sükûn Kanunu da, yürürlük süresi sonunda yeniden Büyük Millet Meclisinin incelemesine sunuldu. Meclis yasanın bir süre daha yürürlükte kalmasını gerekli görmüş ise, kuşkusuz bu, ulusun ve Cumhuriyetin yüksek yararları içindir. Yüksek Meclisin, bize zorbalık aracı vermek için bu kararı aldığı düşünülebilir mi?

Baylar, Takriri Sükûn yasasının yürürlükte ve İstiklâl Mahkemelerinin çalışmakta bulunduğu süre içinde yapılan işleri göz önüne getirecek olursanız, Meclisin ve ulusun güven ve inancının tam yerinde kullanıldığı kendiliğinden anlaşılır.

Yurtta yapılan büyük ayaklanma ve cana kıyma düzenleri ortadan kaldırılarak sağlanan dirlik ve düzenlik, kuşkusuz, kamuyu sevindirmiştir.

Baylar, tekke ve zaviyelerle türbelerin kapatılması ve bütün tarikatlarla, şeyhlik, dervişlik, müritlik, çelebilik, falcılık, büyücülük, türbe bekçiliği vb. gibi birtakım sanların kaldırılması ve yasak edilmesi de Takriri Sükûn Yasası yürürlükte iken yapılmış işlerdir. Bunlarla ilgili yürütüm ve uygulamaların, halkımızın, boş inanlara bağlı, ilkel bir topluluk olmadığını göstermesi bakımından, ne denli gerekli olduğunu çok iyi bilirsiniz.

Birtakım şeyhlerin, dedelerin, seyitlerin, çelebilerin, babaların, emirlerin arkasından sürüklenen ve alınyazılarını ve canlarını, falcıların, büyücülerin, üfürükçülerin, muskacıların ellerine bırakan insanlardan meydana gelmiş bir topluluğa, uygar bir ulus gözüyle bakılabilir mi? Ulusumuzun gerçek niteliğini, yanlış bir yolda gösterebilen ve yüzyıllarca göstermiş olan bu gibi adamların ve kurumların, Yeni Türkiye Devletinde, Türk Cumhuriyetinde daha da çalışmalarına göz yummalı mıydı? Buna önem vermemek, ilerleme ve yenileşme adına, en büyük ve düzeltilemez bir yanılgı olmaz mıydı? İşte biz, Takriri Sükûn Yasasının yürürlükte oluşundan yararlandıksa, bu tarihsel yanılgıyı işlememek için; ulusumuzun alnını, olduğu gibi açık ve temiz göstermek için; ulusumuzun bağnaz ve ortaçağ anlayışı olmadığını tanıtlamak için yararlandık.

Baylar, ulusumuzun toplumsal, tutumsal, kısacası, bütün uygarlıkla ilgili iş ve ilişkilerinde verimli sonuçlar sağlayan yeni yasalarımız da, kadın özgürlüğünü güven altına alan ve aileyi sağlamlaştıran Yurttaşlar Yasası da bu sözünü ettiğim zaman içinde yapılmıştır. Şunu söylemeliyim ki biz, her araçtan, yalnız ve ancak bir ülkü için yararlanırız. O ülkü şudur: Türk ulusunu, uygar toplumlar içinde yaraştığı kata yükseltmek ve Türk Cumhuriyetini sarsılmaz temelleri üzerinde, her gün daha çok güçlendirmek; bunun için de, zorbalık düşüncesini öldürmek.

Sayın baylar, sizi, günlerce işlerinizden alıkoyan uzun ve ayrıntılı sözlerim, en sonu tarihe mal olmuş bir çağın öyküsüdür. Bunda, ulusum için ve yarınki çocuklarımız için dikkat ve uyanıklık sağlayabilecek kimi noktaları belirtebilmiş isem kendimi mutlu sayacağım.

Baylar, bu söylevimle, ulusal varlığı sona ermiş sayılan büyük bir ulusun, bağımsızlığını nasıl kazandığını; bilim ve tekniğin en son ilkelerine dayanan ulusal ve çağdaş bir devleti nasıl kurduğunu anlatmaya çalıştım.

(Atatürk,Kemal; Söylev, Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara 1978, C.II, s. 653)
#59 - Eylül 27 2008, 14:42:01
''Cehennem, başkalarıdır. ''

Atatürk’ün, Söylev’de, Ali Rıza Paşa Hükümetinin işgal karşısındaki tutumu ile ilgili açıklamalarından



Baylar, Osmanlı Hükümeti, bu notaya verdiği yanıtta: “İzmir’e Yunanlıların nasıl girdiğini; Karma Komisyonun nasıl soruşturma yaptığını ve soruşturmaya değin geçen zaman içinde, Yunan yırtıcılığı karşısında halkın nasıl canını kurtarma ve namusunu koruma kaygısına düştüğünü; hükümetle ordunun her zaman Soruşturma Komisyonunun adaletine ve insafına güvendiğini; yalnız, akan kanları geçici de olsa dindirmek için, Osmanlı Harbiye Nâzırlığının General Miln Cenaplarına 23 Ağustos 1919 günlü yazı ile öneride bulunmuş olduğunu bildiriyor ve bu önerinin, Yunan birlikleriyle Ulusal Kuvvetler arasında Osmanlı birlikleri yerleştirmek olduğunu; fakat bu önerinin kabul edilmediğini” açıklıyor.

Sonra : “Yunanlıların girdikleri bölgeye Yunan birliklerinden başka, İtilâf devletleri birliklerinin girmeleri önerisiyle ilgili 20 ve 27 Ağustos 1919 günlü iki yazıya ve bunların yanıtsız kaldığına” işaret olunuyor.

Bundan sonra da: “General Miln Cenaplarının, kendi çizdiği sınırı gösterir yazılarının (3 Kasım 1919) Harbiye Nâzırlığına gönderilmesi noktasına değinilerek, Harbiye Nâzırının, böyle bir yazı hükümlerini uygulamaya tek başına yetkili olmaması dolayısıyla, hükümete başvurduğunun ve hükümetçe de komiserlere durumun bildirildiğinden” söz ediliyor.

Daha sonra, geçici sınır çizgisine değin Yunanlıların girmesine engel olan kuvvetin, halk topluluğu olduğu bildiriliyor. Hükümetin ve ordunun, halkın bu tutumunu önleyemediği belirtilerek, işe (adaletli) bir çözüm yolu bulunması bir daha rica ediliyor ve: "Gerek hükümeti ve gerek Harbiye Nâzırlığını, sözde Yüksek Kurul kararlarını uygulamıyor gibi bir suçlamadan artık kurtarmaya iyilikseverlikle aracı olunması” yolundaki yalvarmalara üstün saygılar da eklenerek, karşılık yazıya son veriliyor. (Belge : 218)

Sayın baylar, şimdi de Cemal Paşanın mektuplarında dokunduğu noktalara işaret edeceğim.

Harbiye Nâzırı, bize İtilâf devletleri komiserlerinin notasını okuturken bir yandan da, öteden beri yaptırmak ya da bizi yapmaktan alıkoymak istediği noktaları yineliyor ve pekiştiriyordu. Cemal Paşanın, istediklerini bu kez ileri sürer ve önerirken, sözü geçen notayı da okutarak bizim ruhsal ve içsel durumumuz üzerinde etki yapmayı düşünmüş olduğunu kestirmek, bilmem doğru olur mu?

Cemal Paşa, İtilâf devletlerinin siyasal eğilimlerinden söz ettikten sonra: “Hükümet, Wilson ilkelerine göre kabul edebileceği yenilikleri yapmaya söz verir nitelikte bir bildiriyi yakında yayımlayacaktır. Dahiliye Nâzırını gücendirmemelidir; çünkü görevinden çekilir. O çekilince bunalım olur. Meclis açıldığı zaman Dahiliye ve Hariciye nâzırları kesin olarak değiştirilecektir. Düşmanlar, Meclisi açtırmamak istiyorlar. Dahası, Muhipler Cemiyetinin Padişaha başvurarak bu Meclisin yasal olmadığını bildirip dağıtılmasını isteyeceği haber alındı.” (Belge: 219) diyor ve milletvekillerinin Ankara’ya gelmesi işinden söz ediyor.

Şimdi baylar, bu üç belgeyi göz önünde tutarak, hep birlikte, kısa bir yorumlama yapalım:

Komiserlerin notasından anlıyoruz ki, İtilâf devletlerinin Karadeniz Başkomutanı Bay Corç Miln, Osmanlı Devletinin Harbiye Nâzırına, Cemal Paşa’ya, doğrudan doğruya kendi buyruğu altındaymış gibi yönerge ve buyruklar vermektedir. Cemal Paşa, şimdiye dek bize bundan söz etmedi.

Ve yine anlıyoruz ki, Osmanlı Devletinin Harbiye Nâzırı, aldığı yönerge ve buyrukları yerine getirmemekten ve kabul edilemeyecek özürler ve nedenler ileri sürmüş olmaktan ötürü suçlanıyor.

Harbiye Nâzırının aldığı buyrukların ne olduğunu kestiriyoruz ve niçin yerine getirmemekte olduğunu da anlıyoruz. Çünkü, Ulusal Kuvvetler engel olmaktadır. Ulusal Kuvvetler, Harbiye Nâzırının ve hükümetin, Başkomutan Bay Corç Miln’in buyruklarına ve yönergelerine uyarak verdiği ya da vereceği buyruklara boyun eğmiyor. İşte komiserler bunu, Paris’teki Konferans adına kabul edilebilecek özür ve neden saymıyorlar. Demek istiyorlar ki hükümetseniz, Harbiye Nâzırı iseniz; ülkeye, ulusa, orduya egemen olmalısınız. Egemen iseniz özürler ve nedenler kabul edilemez.

Baylar, Ali Rıza Paşa Hükümeti, 2 Ekim 1919’da işbaşına geldi. Ondan önce Ferit Paşa Hükümeti vardı. Bu duruma göre, Ulusal Kuvvetlerle Yunan birlikleri arasında Osmanlı birlikleri yerleştirilmesiyle ilgili, 23 Ağustos 1919 günlü öneriyi yapan Ferit Paşa Hükümetidir. Düşman eline geçen bölgenin yalnız İtilâf birlikleri elinde bulunmasıyla ilgili 20 ve 27 Ağustos 1919 günlü önerileri yapan da Ferit Paşa Hükümetidir.

Ali Rıza Paşa Hükümeti daha bir öneri ortaya atmış değildir. Ama tersine, Başkomutan Miln, 3 Kasım 1919 günü düşmanların gireceği bölgenin sınırını belirtiyor ve bu sınıra değin Yunanlıların girmesinin sağlanmasını Harbiye Nâzırı Cemal Paşa’ya buyuruyor. İşte Cemal Paşanın yerine getiremediği buyruk bu olur. Teşekkür olunur ki gerek kendisi ve gerek üyesi bulunduğu hükümet, iş başına geldiklerinden çok çok bir ay sonra, Ulusal Kuvvetler karşısında güçsüz olduklarını, yabancı komiserlere söyleyebilmişlerdir.

Baylar, bu belgelerden anlaşılması gereken en önemli ve en anlamlı nokta, bence, hükümetin ortak notaya verdiği yanıtta, komiserlerin ileri sürdükleri noktalara büyük bir alçak gönüllükle ve büyük bir incelikle karşılık verilirken bir yön üzerinde hiç durulmamış olmasıdır. O da baylar, Bay Corç Miln’in doğrudan doğruya Osmanlı Devletinin Harbiye Nâzırına buyruk ve yönerge vermekte olmasıdır. Bu durum, ne ulusun örgüte karşı her şeyi onur işi yapan Harbiye Nâzırının, ne de Osmanlı Devletinin bağımsızlığını sağlamak sorumluluğunu yüklenmiş olan hükümetin onuruna dokunmuyor. Bu durumun, kendilerinin onurunu ve devletin bağımsızlığını çoktan zedelemiş olduğunu anlamak istemiyorlar. Hiç olmazsa protesto etmiyorlar. Hiç olmazsa: “Bağımsızlığı ortada kaldıran bu sataşmaya ve saldırıya maşa olamayız!” diye bağırmayı göze alamıyorlar… Göze alamıyorlar baylar, çünkü korkuyorlar. Nitekim korktukları başlarına geldi. Bunu yakında göreceğiz. Korkmamak için, insanlık onuruna ve ulusal onura dokunulmayacak bir çevrede ve öyle koşullar içinde bulunmak gerekir. Buna önem vermeyenlerin, aslında bir insan için, bir ulus için dokunulmaz olarak kalması en büyük namus ülküsü olan kutsal kavramlar üzerinde, çoktan saygısız ve duygusuz oldukları yargısına varmakta yanlışlık yoktur.

Adalet dilenmekle ve başkalarını kendine acındırmakla ulus işleri, devlet işleri görülemez; ulusun ve devletin onuru ve bağımsızlığı güven altına alınamaz.

Adalet dilenmek ve acındırmak gibi bir ilke yoktur. Türk ulusu, Türkiye’nin yarınki çocukları, bunu bir an uslarından çıkarmamalıdırlar.

(Söylev, Atatürk, TDK Yayınları, Bugünkü dile çevrilmesinde çalışanlar: Dr. Mehmet Tuğrul, Salâh Birsel, Cahit Öztelli; Ankara, 1978; C.I, s. 254-257)
#60 - Eylül 27 2008, 14:43:01
''Cehennem, başkalarıdır. ''

Atatürk’ün Ankara Hukuk Mektebinin ilk mezunlarını kutlamak için yazdığı telgraf 24 Temmuz 1928



Ankara Hukuk Mektebi Tedris Heyeti Reis Vekili Cemil Beyefendiye,

Ankara hukuk Mektebinin ilk mezunlarını ve profesörlerini tebrik, ve mezun efendilerin memlekete hayırlı hizmetlerde bulunmalarını temenni ederim.

Reisi Cumhur

Gazi Mustafa Kemal

(Vakit Gazetesi, 25 Temmuz 1928, s. 3; Zikreden: Sadi Borak-Dr. Utkan Kocatürk; Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, C. V, Ankara, 1972, s. 160 )
#61 - Eylül 27 2008, 14:44:23
''Cehennem, başkalarıdır. ''

Atatürk’ün, 1 Kasım 1928 tarihinde TBMM III. Dönem 2. Yasama Yılını Açış Konuşması



“Sayın baylar,

Adliyemizin işleyişi sürekli olarak bir gelişim göstermektedir. Çağdaş ve uygar kanunlar, vatandaşların gereksinimine yeterli mahkemeler ile birlikte, özellikle bilgili hakimler temeline dayanan adalet düşüncemiz ve kuruluşlarımızın geçen yılı övünçle anılabilir. (Alkışlar) Bu dönemde de aynı hedeflere doğru yeniden gelişmeler sağlanacağını kuvvetle ummaktayım.

Ceza Muhakemeleri Usulü, Deniz Ticareti, İcra İflâs Kanun tasarıları bu dönemde size sunulacaktır.

Öksüzlerin haklarını korumak için koyduğunuz önlemlerin bu günkü verimi cidden sevindirecek bir sonuçtur. Eski adliye, eski düşünce ve eski usullerden üç yıl önce ancak üç yüz sekiz bin lira devralmış olan Cumhuriyet, bu gün Emlâk ve Eytam (Öksüzler) Bankasına altı milyon iki yüz yirmi bin küsur lira teslim etmiş bulunuyor. (Alkışlar)”

(Millet Meclisi Tutanak Dergisi D. III, C. 5, S. 2)
#62 - Eylül 27 2008, 14:45:06
''Cehennem, başkalarıdır. ''

Atatürk’ün 1 Kasım 1929 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin III. Dönem 3. Yasama Yılını Açış Konuşması



“Büyük Millet Meclisinin sayın üyeleri,

Büyük Millet Meclisinin III. dönem 3. yasama yılını açıyorum. Büyük Millet Meclisinin, her toplantı yılı bizim için yeni bir hayat ve çalışma kaynağıdır. Bu verimli kaynağın karşısında bulunmaktan duygulanmış olarak sayın arkadaşlarımı sevgi ve saygılarımla selamlarım. (Alkışlar, teşekkür ederiz, sesleri)

Geçen yılı ülkemiz huzur ve güvenlik içinde geçirmiştir. Cumhuriyetin iç politikası, vatandaşın yaşamını, hiçbir baskı ve saldırganlığın etkisinde bırakmaksızın sağlayabilmektir. Bu politika dikkatle izlenmektedir. Bu konuda Cumhuriyet jandarma ve polisinin görev ve özverisi yüksek övgümüze değer. Bunu sevinerek belirtirim. Ülkenin fikri ve ekonomik gelişmesi yönünden bir ilerleme alanı olmasına çalışmak idealimizdir. (Alkışlar) Fakat bu gelişme, uygar ve milli olmalıdır, sınırlarımız dışından etki almasını prensiplerimize uygun bulamayız. En yeni yasalarla donatılmış olan adliyemizin doğru karar verme yeteneği ve adaleti uygulama konusunda gösterdiği dikkat, milletin huzur ve düzenini korumaya yeterli güce sahiptir.”

(Millet Meclisi Tutanak Dergisi D. III, C. 13, S. 2)
#63 - Eylül 27 2008, 14:46:06
''Cehennem, başkalarıdır. ''

Atatürk’ün, gerçek anlamda Cumhuriyetle bağdaşmayan ömür boyu Cumhurbaşkanlığı önerisine karşı 25 Eylül 1930’da Ankara’da bulunan İstanbul gazetelerinin başyazarlarına verdiği cevap



“- Bana öteden beri bu ve buna mümasil (benzer) tekliflerde bulunanlar çok olmuştur. Siz ve efkar-ı umumiye (kamuoyu) bilmelisiniz ki, bu yoldaki teklifler hoşuma gitmemiştir ve gitmez.

Benim gayem Türkiye’de, yeni Türkiye Cumhuriyetinde millet hakimiyetini takviye etmek ve ebedileştirmektir. Dediğiniz gibi bu teklif benim idealimi cidden rencide eden (sızlatan) bir manâda telâkki ederim. Bu noktada şu veya bu tefsirlere giden sözlerin manâsını, beni iyi tanımış olan Türk milleti benden daha iyi takdir eder”.

(Cumhuriyet ve Milliyet Gazeteleri, 26 Eylül 1930’dan nakleden: Arar, İsmail, Atatürk’ün Bazı Konuşmaları, Belleten, Atatürk Özel Sayısı, C. LII, S. 204, Kasım 1988,, s. 967; Zikreden: Atatürk ve Cumhuriyet, Prof. Dr. Hamza Eroğlu, AAM Yayınları, Ankara, 1989; s. 97-98 )
#64 - Eylül 27 2008, 14:47:10
''Cehennem, başkalarıdır. ''

Başbakan İsmet İnönü’nün izlediği politikanın T.B.M.M. tarafından onaylanmasına rağmen, Meclisin güvenini yeterli görmeyerek, Başbakanlıktan ayrılması üzerine, bir gazetede Atatürk’ün başbakanlığı üstleneceği ile ilgili yazıların çıkması üzerine, Atatürk’ün 27 Eylül 1930 günü kalabalık bir milletvekili grubunu Çankaya’da kabul ederek çıkarılan dedikodularla ilgili ve olayları açıklayan konuşması



“Arkadaşlarımız içinde Başbakanlık yapacak kişiler çoktur. Fakat bütün bu arkadaşlarım dahil olduğu halde ulusun genel eğilimi benim şu ve bu zaruret karşısında Başvekil olmamı gerektirirse bu görevi tam bir alçak gönüllükle ve minnetle yerine getirmeye hazırım. Bu takdirde benim aynı zamanda cumhurbaşkanlığını uhdemde bulundurmanın elbette yasal olanağı yoktur.

Benim alacağım bir yeni görevi çeşitli şekil ve anlamlarda kötü yorumlamak, Türk ulusunun düşüncelerini karıştıracak tarzda açıklamaya kalkışmak akla ve mantığa uygun değildir.

Amerikan sistemini ülkemizde uygulamayı hiç düşünmedim. Sistemsiz ve yasa dışı olarak Cumhurbaşkanlığı ile Başbakanlığı birleştirmeyi asla düşünmedim. Ve düşünecek adam olmadığım, bütün ulusça bilinir zannederim.

Bugünkü koşullar içinde bir hükümetin ulus ve ülke yararı için güçlendirmesine yönelik herhangi sözümü bin türlü boş şeylerle sömürmeye kalkışmak isteyenler çok bedbaht adamlardır. Akşam gazetesi baş yazarına söylediğim sözler benim ağzımdan çıkmış ve gerektiğinde daima tekrar edilecek sözlerdir”.

(4 Ekim 1930 tarihli Gazetelerden nakleden: Arar, İsmail, Atatürk’ün Bazı Konuşmaları, Belleten, Atatürk Özel Sayısı, C. LII, S. 204, Kasım 1988, s. 969; Zikreden: Atatürk ve Cumhuriyet, Prof. Dr. Hamza Eroğlu, AAM Yayınları, Ankara, 1989; s. 98 )
#65 - Eylül 27 2008, 14:47:45
''Cehennem, başkalarıdır. ''

Atatürk’ün 1 Kasım 1930 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin III. Dönem 4. Yasama Yılını Açış Konuşmasından



“Milletin sayın vekilleri,

Adliyemiz, siyasi çalışmalar içinde, vatandaşın güvenliği ve onurunu, Cumhuriyetin asalet ve varlığını, hükümetin güvenilirliği ve etkisini koruma yolunda yeni bir sınav geçirdi. Bunu önemle belirtmek isterim.

Adliyemizin güven duyduğumuz yüksek gücü sayesinde Cumhuriyet, yazgısı olan gelişimi izleyecek ve çeşitli şekil ve kılıktaki saldırılara karşı vatandaşın hukukunu ve ülkenin düzenini koruyacaktır .”

(Millet Meclisi Tutanak Dergisi D. III, C. 22, S. 2)
#66 - Eylül 27 2008, 14:48:17
''Cehennem, başkalarıdır. ''

Atatürk’ün, 17 Şubat 193l Salı günü geldiği Adana'da, Türk Ocağında yaptığı konuşmadan



Vatandaşlar bilmelidir ki, inanç ve düşünce özgürlüğü vardır. Ama, işin sonunda bunlar sınırsız değildir. Kişi özgürlüğü karşısında kişilerin tümünün kurduğu ve dayandığı bir de devlet vardır. devletin de istekleri ve egemenliği vardır. Kişilerin özgürlüğünü saklamakla yükümlü olan insanların, öte yandan devletin istek ve egemenliğinin felce uğramamasına çok özen göstermeleri gereklidir.

Kişilerin özgürlüğü, devletin egemenliğine ve isteklerinin saklı bulundurulmasına bağlıdır. Devletin istekleri felce uğratılmış olursa kişilerinin özgürlüklerini koruyacak hiçbir güç ve araç kalmaz.0nun içindir ki, özgürlüğü sadece bir yanlı değil, her iki yönden düşünmek gerektir.

Vatandaş olan kişiler kendi özgürlüklerinin bir bölümünü seve seve, gerekli görerek devlete aslında vere gelmişlerdir. Devlet kendine özgü olan istekle kişisel özgürlüklerin bir bölümüne gene o özgürlükleri sağlamak için sahip olur. Yeter ki devletin buyrukluğu ulusun genel mutluluğu ve refahına ve vatandaşa özgürlüklerinin sağlanmasına harcanmış olsun.

Vatandaşlarda bu güven oluştuktan sonra, kişilerin kurdukları devletin güç ve yetkisini korumak için vatandaşlara düşen görevler vardır. Bu arada memurlara özellikle de yargıçlara yönelen görev büyüktür, Yargıçlar vatandaşların özgürlüklerini ayrıcalı tutmayı düşünürken devletin yetkisinin gerçekten korunmuş kalmasını göz önünde tutmalılar ve özen göstermelilerdir. Tersi düşünülürse kendilerine emanet edilmiş olan görevi yerine getirmede kusur etmiş olurlar.

Aynı konuşmanın aslı:

Vatandaşlar bilmelidir ki vicdanî ve fikri hürriyet vardır. Fakat, nihayet, bunlar namahdut değildir. Ferdî hürriyet karşısında, fertlerin heyeti umumiyesinin kurduğu ve dayandığı bir de Devlet vardır. O devletin de iradesi ve hâkimiyeti vardır. Fertlerin hürriyetini mahfuz tutmakla mükellef olan insanların, diğer taraftan, Devletin de irade ve hâkimiyetinin meflûç bir hale gelmemesine çok dikkat etmeleri lâzımdır. Fertlerin hürriyeti, Devletin hâkimiyet ve iradesinin mahfuziyetine vabestedir. Devlet iradesi meflûç olursa fertlerin hürriyetine muhafaza edecek hiç bir kuvvet ve vasıta kalmaz. Binaenaleyh, hürriyeti yalnız bir taraflı değil, her iki taraftan düşünmek lâzımdır.

Vatandaş olan fertler kendi hürriyetlerinin bir kısmını seve seve, lüzumlu görerek Devlete zaten devretmişlerdir.

“Devlet kendine hâs olan irade ile ferdî hürriyetlerin bir kısmına, gene o hürriyetlerin temini için sahip olur. Yeter ki Devlet hâkimiyeti, milletin refah ve saadeti umumiyesine ve vatandaş hürriyetlerinin teminine masruf olsun.

Vatandaşlarda bu emniyet hasıl olduktan sonra fertlerin kurdukları Devlet kuvvet ve otoritesini masun bulundurmak için vatandaşlara terettüp eden vazifeler vardır. Bu meyanda memurlara ve bilhassa hâkimlere teveccüh eden vazife büyüktür. Hâkimler vatandaşların hürriyetini mümtaz tutmağı düşünürken Devlet otoritesinin hakikaten masun kalmasına dikkat ve riayet etmelidirler. Aksi takdirde kendilerine tevdi edilmiş olan yüksek vazifeyi ifada kusur etmiş olurlar.”

(Yeni Gün Gazetesi, 10 Şubat 1931 Salı; Zikreden:İsmail Arar, Atatürk’ün Günümüz Olaylarına da Işık Tutan Bazı Konuşmaları, Belleten, C.LII, Kasım 1988, s.953-974)
#67 - Eylül 27 2008, 14:49:19
''Cehennem, başkalarıdır. ''

M. Kemal Atatürk’ün 1931 yılında Anadolu’ya yaptığı seyahat sonunda hazırladığı notlardan


Son senelerin yanlış anlayışları yüzünden adliye bizde bağımsız bir görünüş almış ve “adli bağımsızlık” tarzında söylenen yanlış bir kavram her gün biraz daha kuvvetlenmiştir. Anayasamızda bu bağımsızlık, yalnız mahkemelere ait bir nitelik olarak yer alır. Hakikatte “yargı yetkisi millet adına kanunlar ve usuller çerçevesinde bağımsız mahkemeler tarafından kullanılır”

[Atatürkçülük,Genel Kurmay Basımevi, Ankara, 1983, s. 77, M. Kemal Atatürk’ün 1931 yılında Anadolu’ya yaptığı seyahat sonunda hazırladığı notlar. II/16-17 (orijinal belgeler Genel Kurmay ATASE başkanlığındadır.)]

Mahkemelerin mutlak dokunulmazlığı ve bağımsızlığı üzerinde söz yoktur. Fakat bir valinin siyasi ve idari gerekçelerle savcıları derhal harekete geçirmesi, hazırlık ve ilk soruşturmalar sırasında; inkılaba ve devletin kuvvet ve emniyetine ait küçük, büyük her meselede görüşlerini dinletebilmesi önemli bir ihtiyaç halinde kendini gösteriyor.(aynı belge, I-26)

Valiler, ordudan başka bütün devlet teşkilâtının başı olmalıdır. Kanunlar valiye, vilayeti dahilindeki bütün işler üzerinde etkili olacak bir nüfuz ve yetki sağlamalıdır. Her bakanlık bölgesi içindeki bütün vazifeler için valiye emir vermeli ve vali herhangi bir bakanlığı ilgilendiren bir işi mutlaka o bakanlığın ildeki teşkilâtının başında bulunan kişi ve bürodan çıkarmalıdır. Adalet Bakanlığının da vali ve il teşkilâtı ile olan ilişkilerinin aynı olmasında hiç bir sakınca olmayacağı kanaatindeyim.

Adalet Bakanı, yürütme yetkisini bünyesinde bulunduran hükümetin bir unsurudur. Vali, her bakan gibi Adalet Bakanını da temsil eder. Şu halde valinin adalet teşkilâtı üzerinde, Adalet Bakanının sahip olduğu yetkiyi kullanması, dokunulmazlığı gerekli ve doğal bulunan mahkemelerin ve hakimlerin bağımsızlık esası ile hiç bir çelişki meydana getirmemesi gerekir. Bu ana fikrin esaslı bir şekilde incelenmesinden başlanmak üzere söz konusu edilen meselenin kolay bir sonuca vardırılabileceği ve bu sayede mülki idare ile adliye arasında açılan boşluğu dolduracak ayrıntılı çarelerin kolaylıkla bulunacağı tahmin edilir.

(Aynı belge, II/16-17)
#68 - Eylül 27 2008, 14:49:56
''Cehennem, başkalarıdır. ''

Halifelik yanlısı örgütlerle ilgisi olduğu iddiasıyla yargılanan Tanin Gazetesi yazarı Lütfi Fikri Bey hakkında Ankara İstiklâl Mahkemesi kararı ve Atatürk’ün, Mahkeme Başkanlığına yazdığı telgraf


Halifelik yanlısı örgütlerle ilgisi olduğu iddiasıyla yargılanan Tanin Gazetesi yazarı Lütfi Fikri Bey hakkında Ankara İstiklâl Mahkemesinin karar özeti:

“Lütfi Fikri Beyin Tarikatı Fesadiye ve Tarikatı Salahiyye ile ilgi ve ilişkisi anlaşılamamış olup, evinin aranmasında elde edilen evrak ve yazılar, gerçi hakkında ayrıca soruşturma yapılmasını gerektirmekte ise de, evrak ve anılan belgelerde, özellikle şahsiyetleri söz konusu edilen Cumhurbaşkanı Hazretleri, mahkememize gönderdikleri tezkere ile bu konudaki kişisel haklarından feragat ettiklerini beyan buyurmakta olduklarından adı geçenin de beraatine karar verildi.”

Atatürk’ün kararda bahsedilen tezkeresinin sureti:

“Ankara İstiklâl Mahkemesi Yüksek Başkanlığına,

İstiklâl Mahkemesine verilmiş olanlar arasında Lütfi Fikri Beyin mahkeme safhalarını gazetelerde okudum. Adı geçenin fikirlerimiz ve davranışlarımızdan esas itibariyle farklı olan bir takım görüş ve eleştirilerini bu yolla öğrendim. Kanuni yollarla milletin meydana çıkan kesin iradesi; Devlet teşkilâtı ve idare usulü hakkında Lütfi Fikri Beyin fikirlerine uymayan tecelliyatı nihaiyesini göstermiştir. Şahsımın bertaraf edilmesi tahminlerine ve bu tahminlerin sonucu olmak üzere ileri sürdüğü düşüncelere karşı, gerçek mahiyeti uygun da olsa şahsen bir iddia öne sürmeye istekli değilim. Buna göre, gerek siyasi fikirlerimize ve gerek şahsımıza karşı olan durumundan dolayı – Eğer Yüksek Mahkemece başka zeminde kanuni suçlama nedenleri mevcut değilse- Yüce Mahkemelerinin hoşgörüsünü celbetmek isterim.

Cumhurbaşkanı Gazi M. KEMAL”

(Atatürk’ten Hatıralar, Hasan Rıza Soyak, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul,1973, s. 338-339)
#69 - Eylül 27 2008, 14:50:32
''Cehennem, başkalarıdır. ''

Türk kadınına seçme ve seçilme hakkı verilmesine dair kanun üzerine



“Türkiye Büyük Millet Meclisi 5 Aralık 1934’te Türk kadınına milletvekili seçme ve seçilme hakkını vermiştir. Bu karar hakkında Atatürk kendi el yazısı ile şöyle demektedir:

Bu karar Türk kadınına sosyal ve siyasî hayatta bütün milletlerin üstünde yer vermiştir. Çarşaf içinde; peçe altında ve kafes arkasındaki Türk kadınını artık tarihlerde aramak lâzım gelecektir. Türk kadını evdeki medenî mevkiini salâhiyetle işgal etmiş, iş hayatının her safhasında muvaffakiyetler göstermiştir. Siyasî hayatta belediye seçimlerinde tecrübesini yapan Türk kadını, bu sefer de mebus seçme ve seçilme suretiyle haklarının en büyüğünü elde etmiş bulunuyor. Medenî memleketlerin bir çoğunda, kadından esirgenen bu hak, bugün Türk kadınının elindedir ve onu salâhiyet ve liyakatle kullanacaktır.”

(Perihan Naci Eldeniz, T.T.K. Belleten, C. XX, Sayı : 80, 1956, s. 741
#70 - Eylül 27 2008, 14:51:13
''Cehennem, başkalarıdır. ''

Atatürk’ün 1 Mart 1937 tarihinde Türk-Yunan ilişkileri konusundaki demeci



Milletlerimiz, (Türk-Yunan) arasındaki çalışma beraberliği zamanla sınırlı bir şey değildir. Bu beraberlik mantığın devamlı gereklerine dayanır. İdeallerimizin gerçekleşeceğine tam güvenimiz vardır. dayanışmamızın temeli ne kadar sağlam olursa, bütün dünyaya göstereceğimiz örnek o kadar mükemmel olacaktır. Bu örneğin her türlü tahminlerden üstün olacağına kanaatim vardır.

Uzun barış devreleri tarihte nadirdir. İçinde bulunduğumuz devreyi mümkün olduğu kadar uzatmak için elden gelen her gayreti ve iyi niyeti sarf etmeliyiz.

Milletleri yönetenler için ilk ve en zor görev, şahsi gurura kapılmaktan kendilerini korumaktır. Herkesi memnun edecek bir adalete varmak güçtür. Mutlak manada bir hakkaniyet belki de hiçbir zaman dünya yüzünde kurulamamıştır. Bununla beraber bütün kuvvetlerimizi bu yüksek ideale doğru çevirmeli ve buna yaklaşmak için elden neler gelirse hepsini yapmalıyız.

(Düşünceleriyle Atatürk, Arı İnan, TTK Yayını, Ankara, 1991, s. 162)
#71 - Eylül 27 2008, 14:52:04
''Cehennem, başkalarıdır. ''

Atatürk'ün 1 Kasım 1937 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisinin V. Dönem 3. Yasama Yılını Açış Konuşmasından



“Arkadaşlar,

Büyük davamız, en uygar ve en refaha kavuşmuş ülke olarak varlığımızı yükseltmektir. (Alkışlar)

Bu, yalnız kurumlarında değil, düşüncelerinde köklü bir inkılap yapmış olan büyük Türk Milletinin dinamik ülküsüdür. Bu ülküyü en kısa bir zamanda başarmak için, düşünce ve eylemi birlikte yürütmek zorundayız. Bu girişimden başarı, ancak hukuki bir planla ve en verimli bir biçimde çalışmakla gerçekleşebilir. Bu nedenle, okuyup yazma bilmeyen tek vatandaş bırakmamak, ülkenin büyük kalkınma savaşının ve yeni yapısının istediği teknik elemanları yetiştirmek, ülke davalarının ideolojisini anlayacak, anlatacak, nesilden nesile yaşatacak, kişi ve kurumları yaratmak, işte bu önemli ilkeleri en kısa sürede sağlamak, Kültür Bakanlığının üzerine aldığı büyük ve ağır görevler arasındadır.(Alkışlar)Belirttiğim ilkeler, Türk gençliğinin beyninde ve ulusun bilincinde her zaman canlı tutmak, üniversitelerimize ve yüksek okullarımıza düşen başlıca görevdir.”

Aynı metinden:

“Yüce saylavlar,

Bilindiği gibi, biz yurt güvenliğinin içinde kişilerin güvenliğinin de, ona yaraşacak biçimde olmasını göz önünde tutarız.

Bu güvenlik, Türkiye Cumhuriyeti kanunlarının ve Türk yargıçlarının güvencesi altında, en ileri biçimde varlığını sürdürmektedir. Kanunlarımızda yaptığımız bazı değişiklikler ve kabul buyurduğunuz Suçüstü Kanunu, bu amaca yardım etmiştir.

Adli yapımızın ve kanun dizimizin üzerinde yapılan incelemelerle, Türkiye’nin dinamik, yaşamına, doğru yoldan hiç şaşmadan uygunlukları her zaman sağlanmalıdır. Bu gerek karşısında, kara ve deniz ticaret kanunlarımızın ekonomik bünyemizdeki gelişmelere daha uygun duruma getirilmesinde zaman geçirilmemesi yerinde olur. Bir de şu nokta üzerinde durmama izin vermenizi rica edeceğim. Güvenlik ve hak işleriyle ilgili yöntem ve kanunlardan kolaylık, ivedilik, açıklık ve kesinlik temel olmalıdır. Bu nedenle, vatandaşların icra daireleri ile olan ilişkilerini kolaylaştırmak amacı ile yapılan çalışmalarının bir an önce kanun haline getirilmesini önermeyi uygun bulurum. Bu belirttiğim ve önerdiğim konuların iyi karşılanacağından eminim. Çünkü her alanda olduğu gibi, adli yöntem ve kanunlar alanında da, Türk Cumhuriyetinin ve onun yüksek, değerli Kamutayının anlayışı, ileri anlayıştır.”

(Millet Meclisi Tutarak Dergisi D. V, C. 20, S. 3)

#72 - Eylül 27 2008, 14:52:38
''Cehennem, başkalarıdır. ''

Atatürk'ün 1 Kasım 1938 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisinin V. Dönem 4. Yasama Yılını Açış Konuşmasından



“Yüce saylavlar,

Ülkede var olan huzur ve güvenliğe paralel olarak adalet organları da düzenle işlemektedir.

Suçüstü olaylarla ilgili kanunun uygulanmasından elde edilen iyi sonuçlardan örnek alınarak, bu kanun, ağır cezalı suçları da kapsamına almıştır.

İnkılabımızın devamlılığını sağlamak için yeni kanuni önlemler alınmıştır. Bu amaçla Türk Ceza Kanunu’ndaki Devletin manevi kişiliğine ve devlet güçlerine karşı olan suçlar daha ağır cezalara bağlanmıştır. Ceza evlerinin terbiye, iyileştirme ve iş temellerine göre düzenlenmesi yolundaki güzel çalışmaların genişletilmesi, doğru yoldan saparak hürriyetini kaybetmiş olan binlerce vatandaşı topluma yararlı birer vatandaş olarak yeniden kazandırmaktadır.”

(Millet Meclisi Tutanak Dergisi D. V, C. 27, S. 3)

Not: Bu konuşma Atatürk’ün rahatsızlığı dolayısıyla Başbakan Celal Bayar tarafından okunmuştur.

#73 - Eylül 27 2008, 14:55:44
''Cehennem, başkalarıdır. ''

Anı ve Yorumlar


Sivas’ta Temsil Heyeti üyeleri ile yaptıkları akşam toplantılarından



Bandırma ve Soma hattı için de, murakabe bahanesiyle Fransızların Bandırma’ya asker çıkarmalarına hiç hak görmüyorum. Bu husus için de 14 üncü Kolordu kumandanının 56 ıncı Fırka kumandanının nazarı dikkatini celp ve daha doğrusu icap ederse cebren Fransız askerlerini Bandırma’dan geldiği mahalle iade. Ecnebi zabitlerinin uluorta Aydın cephesinde dolaşmalarına ve propagandalarına da müsamaha edemeyiz.

Resmi bir müracaatları varsa hükümete, Kuvayı Milliye’ye ait bir işleri varsa heyeti merkeziyemize müracaat etmeleri lüzumunu kendilerine tebliği ve mıntıkadan hemen ihraçları ve kat’i ihtiyaç halinde de cephede görülecek İtilâf askerlerine silah istimal edilmesi.

Ben – Söyledikleriniz doğrudur. Bunu Heyet de kabul eder; vakit geçirmeden şimdiden lâzım gelenlere tebligat yapılsın.

Hüsrev Sami Bey – Ben de aynı fikirdeyim.

Mustafa Kemal Paşa – Heyeti Temsiliye’ce müzakere edilmedikçe böyle hususi bir heyetle karar verilemez. Yarın Heyette müzakere ve karar lâzımdır. Biz geceleri hasbıhal kabilinden ittihazı değil. Hatırıma bir şey daha geliyor...

(Erzurum’dan Ölümüne Kadar, Atatürk’le Beraber; Kansu, Mazhar Müfit, Ankara 1966, s. 462)
#74 - Eylül 27 2008, 14:56:29
''Cehennem, başkalarıdır. ''

Atatürk ve Temsil Heyeti üyelerinin Sivas’tan Ankara’ya gidiş hazırlıkları sırasında



Ve nihayet söz Ankara’ya gitmek konusuna gelince, bana hitaben :

Günler yaklaştı, hazırlık nasıl? Dedi.

Aramızdaki konuşma şöyle devam etti:

Ben – Ne hazırlığı, para nerede?

Mustafa Kemal Paşa – (Biraz düşünerek) Marifet onu bulmakta…

Ben – Bulduğum çareleri kabul etmiyorsunuz.

Mustafa Kemal Paşa – Bankalardan, rejiden filan para almak mı?

Ben – Ben başka çare bulamadım; varsa söyleyiniz.

Mustafa Kemal paşa – Bankalardan olmaz, düşmanlarımıza yeni bir propaganda ucu veremeyiz. Bankaları soyuyorlar diye söylemedikleri kalmaz. Başka bir çare düşünelim.

Ben – Pekala, Heyeti Temsiliye namına değil, şahsım adına herhangi bir bankadan borçlanma yapamaz mıyım?

Mustafa Kemal Paşa – Anlamadım. Ne suretle ve hangi bankadan?

Ben – Osmanlı Bankası direktörü Mösyö Oskar Şmit pek eski bir ahbabımdır. Babası Mösyö Şmit Edirne’de şimendifer doktoru idi. Oğlu da biz yaşta olduğundan o zamanki ecnebi kulüplerinde görüşürdük; şimdi burada Osmanlı Bankası direktörüdür, birkaç defa görüştük. Hatta geçende evinde beni yemeğe bile davet etti. Türk dostu bir zattır : “Trakya’da doğdum ve büyüdüm ve yaşadım. Türklerin büyük bir millet olduğuna ve her şeyi yapacak bir kuvvet ve kudreti haiz olduğuna kalben inanmışımdır. Bu defa giriştiğiniz mücadeleyi de başaracağınıza eminim, deyip duruyor ve, benim elimden de bir hizmet gelirse ifasına hazırım, gerekirse memuriyetimi bile terk ederim.” tarzında bir cesaret gösteriyordu. Ben ondan şahsım namına bin lira borçlanacağımı kuvvetle ümit ediyorum; bu da caiz değil mi?

Mustafa Kemal Paşa – Peki ama, şahsım namına ne demek, ne imza atacaksın ?

Ben – Bitlis eski valisi Mazhar Müfit imzasiyle.

Mustafa Kemal Paşa – Böyle olabilir; fakat Kuvayı Milliye, Heyeti Temsiliye isimleri senette kesinlikle her ne suretle olursa olsun yazılmamalı.

Ben – Tabii.

Mustafa Kemal Paşa – Bu suretler aklıma uygun geliyor; bırak ki yine bankadan Mazhar Müfit para almış demeyecekler, Heyeti Temsiliye almış diyecekler ya, artık bu kadarı da fazla bir vehim olur.

Bu suretle para meselesini hallettik. Yani aramızda hallettik. Bakalım direktör böyle bir imza ile bize para verecek mi? Banka usullerine uygun mı? Her ne ise, bir deneyecektik.

Sonra sözü otomobillere getirerek :

- Üç otomobil var ama, ne haldeler? Bunları bir muayene ettirsek. Bizi Ankara’ya götürebilecek mi? Eşyalar, maiyet emirberleri ve kalem heyeti tabii arabalarla gidecek. Şimdi kimler var? Rauf Bey, misafirimiz Alfred Rüstem Bey, sen, Şeyh Fevzi Efendi, Hakkı Behiç, yaver Muzaffer ve Cevat Abbas, Bedri, katibi umumi Hüsrev Bey (Berlin sefiri), Doktor Refik (Saydam) ve saire. Hüsrev Bey’i hareketi düzenlemeye tayin edelim; otomobillere taksimi, yollarda hareket ve durma saatlerini ve günde ne kadar mesafe kat edebileceğimizi, geceleri nerelerde kalabileceğimizi inceleyip ve hesap etsin. Yol masraflarını da siz Hüsrev ile görüşerek tesbit buyurunuz. Benzin lâzım, şu lâzım, bu lâzım; bu teferruatı Hüsrev Bey düşünür. Kendisi erkanıharp binbaşısıdır, başından böyle hareketler çok geçmiştir.

Mustafa Kemal Paşa bu yol meselesi hakkında Hüsrev Bey’i çağırarak uzun uzadıya görüştüler. En güç mesele, benzindi. Nereden alacaktık?. Hatta paramız olsa bile… Ya lâstik?. Müzakere uzadıkça uzadı; nihayet bunlar hepsi var, farz edelim, ya para?. Mustafa Kemal Paşa çok sıkıldı, ayağa kalkarak :

- Yahu dedi, bunca mühim meseleler, isyanlar, şunlar bunlarla uğraştık, kararlar verdik, emin olunuz bu kadar sıkıldığım olmadı. Ankara’ya gideceğiz; köhne, körükleri parça parça, bu kışta, karda binilmesi doğru olmayan otomobillere razı oluyoruz, fakat benzin, lâstik, para bulamıyoruz. Fakat elbette bunlara da çare bulacağız.

Hüsrev Bey – Ben otomobilleri biliyorum, lâstikler dolmadır, yalnız bir tanesi değil; sonra karpit fenerlidir.

Ben – Amerikan mektebinde benzin, lâstik çok; geçenlerde müdiresi Mis cenapları mektebi gezdirirken ambarını da gördüm. On çiftten fazla lâstik ve belki yirmi otuz teneke benzin vardı.

Mustafa Kemal Paşa – Bundan bize ne?

Ben – Bize mi ne? Parasını verir, satın alırız; parasını vermezsek borç alır, sonra Ankara’dan parayı göndeririz.

Mustafa Kemal Paşa – Evvelâ para bul da sonra ahbabın olan Mis cenaplarına gider, lüzumu kadar lâstik ve benzin satmasını görüşürsün. Öyle Ankara’dan göndeririz filân yok ha. Bir de askeriye de bize biraz benzin verebilir.

Bu sırada kapı vuruldu. Hakkı Behiç elinde birkaç kağıtla içeri girdi. Bu kağıtlar bazı tamimlerle iradei Milliye gazetesine bir makale idi. Bunlar okundu. Mustafa Kemal Paşa Hakkı Behiç Beye hitaben : “Behiç Bey, artık Ankara’ya hareket zamanı yaklaştı. Yol için, para için görüşmekteyiz. Nasıl gideceğiz? Mazhar Müfit Bey para yok deyip duruyor. Hakkı Behiç Bey: “Para işine benim aklım ermez efendim, yazı işleri olur ise ne ise, Ankara’ya gitmek meselesini zaten karar altına aldık. Tabi gidilecektir,” dedi. Ben de: “Tabii gidilecek, fakat bu gitmeyi temin edecek paradır.” Bu hususta ben fikrimi söyledim. Paşa da fikrini söyledi. Hakkı Behiç Bey her ikimize de hak verdi. Fakat en son karar şahsım namına para almakta toplanmış gibi idi.

Ben ertesi gün bankaya gittim. Direktör Mösyö Oskar’ın hasta olduğunu, iki gündür bankaya gelmediğini öğrendim. Daha hareketimize dört beş gün var, o vakte kadar iyileşir, diyerek Amerikan mektebine gittim. Müdire her zamanki gibi beni büyük hürmetle kabul etti. Odasında oturduk, çay ısmarladı. Şundan bundan biraz bahsettikten sonra, ben hareketimizin yaklaştığını, fakat benzin ve lâstik bulmakta güçlük çektiğimiz ve mümkün olur da bedeli karşılığında bize bu konuda yardımda bulunacak olurlarsa müteşekkir kalacağımızı söyledim. Müdire: “Kolay. Para ne demek? Biz benzin ve lâstik satıcısı değiliz. Hele çayınızı içiniz. Siz seversiniz, şu puroyu da tüttürünüz.” diyerek güzel cinsten önüme bir puro kutusu koydu. Ben hayretle bir sigaralara, bir de Müdireye bakınca: “Efendim biz ne sigaret ve ne de sigara içmeyiz. Bunlar bize Amerika’dan gelir. Sebebi de, buradan geçecek vatandaşlarımız bunlardan mahrum kalırlarsa kendilerine yardım içindir. Bugünler gelen giden ve böyle bir müracaatta bulunan yok. Kısmet sizinmiş, kutusu ile takdim edeyim size, yolluk bir hediyemiz olsun.” Dedi. Doğrusu ben bu nefis puroları memnuniyetle kabul ederek, teşekkürlerde bulundum.

Hemen altmış yaşında olan Müdire bir uzun nutka başladı. Senelerce Türkiye’de bulunduğundan Türkçe’yi güzel söylüyordu. Sivas’taki mektebi hakkında pek centilmence hareket ettiğimizden, şöyle himâye, böyle muhafaza ettiğimizden bahisle Kuvayı Milliye’nin yağmacı, çapulcu olmayıp tamamen vatanı kurtarmak için çalıştıklarını söyledi ve teşekkürlerinin Mustafa Kemal Paşa’ya iletilmesini rica etti.

“İki çift iç lâstik ile iki çift dış lâstiği ve altı teneke benzin de emrinize hazırdır, aldırınız!” dedi. Gerçi para için ısrar ettim. “Lütfen faturasını gönderiniz de almaya gelecek adamla parayı takdim edeyim” dedim. Çünkü bende, hatta ikametgâhtaki kasamızda bile bunu ödeyecek paramız yoktu. Osmanlı Bankası direktörünün bankaya geldiği gün alacağımız ümit ettiğimiz paradan gönderecek ve o vakte kadar lâstikleri, benzini almak için mektebe tabii ki adam göndermeyecektik. Kadın tekrar ısrar ederek, paradan bahsetmeği hakaret sayacağını ve para göndermeğe kalkarsak ne lâstik ve ne de benzin veremeyeceğini kesin bir dille anlattı. Ve derhal adamlarına emirler vererek bunları akşama bize götürmelerini söyledi. Teşekkür ile ayrıldım. Filhakika akşama lâstikler ve bir araba ile de benzinler geldi. Biz de gerekenlere teslim ettik. Mustafa Kemal Paşa : “Şimdi para almıyorlar ama, Amerika’ya, Türkler zorla aldılar, diye bir döneklik yaparlar mı acaba? Buna mahal kalmamak üzere sen Müdireye: “Lâstikler ve benzin de geldi, teşekkür ederiz. Fakat şifahen söylediğim gibi bunların kaç kuruş tuttuğunu ve parasını derhal takdim etmek üzere, hatta hamal ve araba paralarının da ilâvesini ve hareketimiz yakın olduğundan acele cevap verilmesini” bildiren bir yazı yaz, tabii o yazısıyla para almayacağını bildirir. Bunu belge olarak sakla. Hakikaten biz parasız istemiyoruz onlar almıyor, evet ama, ileride ne olur ne olmaz, onların, bizim ısrarımıza rağmen para almadıklarına dair elimizde bir belge bulunsun.

Çok ince düşünen Mustafa Kemal Paşanın bu uyarısını yerine getirdim. Gerçekten Müdire cevap verdi; Para ile benzin, lâstik satmak kendileri için mümkün olamayacağını ve bu kadarcık hediyenin kabulünü ve para vermek hususunda ısrar edilmemesini ve hatta kendi ihtiyaçlarından keserek daha da takdime hazır olduğunu ve hayırlı yolculuklar dilediğini ve Mustafa Kemal Paşa’ya hürmetlerinin takdimini ve vatani hizmetimizi takdirle, başarılarımızı diliyordu.

Fakat biz de aldığımızdan fazla istemedik. Hakikaten Müdirenin bu hizmeti, yardımı bizi mütehassis etti. Ne yazık ki Müdirenin ismini not defterimde yazmamışım ve bir türlü de hatırlayamıyorum. Zira Müdire hanım deyip duruyorduk.

(Erzurum’dan Ölümüne Kadar, Atatürk’le Beraber; Kansu, Mazhar Müfit, Ankara 1966, s. 481)
#75 - Eylül 27 2008, 14:57:19
''Cehennem, başkalarıdır. ''

Üye:

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.