Alternatifim Cafe

Atatürk ve Hukuk

Discussion started on Atatürk Köşesi

Sunuş


Yargıtay’ımız kuruluşunun 130. yılını, Türkiye Cumhuriyeti’nin 75. kuruluş yıl dönümünde birlikte yaşamanın ve kutlamanın mutluluğuna erdi…

Bu anlamlı yaşları birlikte idrâk etmenin anısına; Atatürk’ün en büyük eserim dediği CUMHURİYET’imizin temelindeki, O’nun hukuk anlayışının ve hukuka saygılı davranışının belgeseli olan bu kitabı hazırlamayı Türk toplumuna, Türk Cumhuriyetine ve Türk Hukukuna karşı yerine getirilmesi gerekli onurlu bir görev sayarak yola çıktık.

Bu yayın hazırlanırken Atatürk’ün yazılı kaynaklarda yer almış söz ve yazıları olanaklar elverdiğince tarandı. O’nun hukukun temel ilkelerine bağlılığını, yasalara uyma ve gereklerini yerine getirme duyarlılığını, ülke ve dünya barışını sağlama ve koruma konusunda hukuku egemen kılma tutarlılığının göstergeleri taranıp bulunmaya ve seçilmeye çalışıldı. Böylece yargıya, hukuka, hukukun üstünlüğüne, yasallığa gösterdiği özeni ve verdiği önemi sergilemek ve bunun gelecek kuşaklara aktarılmasına katkıda bulunmak istedik.

Bu bağlamda; açış konuşmaları, halk ve gazetecilerle yaptığı söyleşiler, çeşitli dönemlerde yayınlanan bildiriler, Büyük Nutuk’ta yaptığı açıklamalar ve yazışmaları tarandı. Hukuka bağlılığını ve hukuk içinde kalma çabalarını yansıtan bazı anılarla, halkın demokrasi ve çağdaş yönetim konusunda eğitilmesine verdiği önemi, çağına göre çok ileri olan kişisel yaşamını ve öngörüsünü ortaya koyan anı ve anlatımlara da kitapta yer verildi.

Bu derlemenin sınırını Atatürk’ün yargıya ve hukuka verdiği önem ve bu konudaki söz ve tutumlarını yansıtan olaylar olarak belirlediğimiz için, bu hukuk devriminin hukuk tarihi içindeki yeri gibi tarihî araştırma ve uzmanlık gerektiren konulara kesinlikle girilmedi. Buna karşın, çizdiğimiz sınırlar içinde bile eksiksiz olduğumuzu söylemek bir yana, eksiklerimizin çok olduğunun da bilincindeyiz.

Bu çalışma yapılırken kaynaklarını yararlanmamız için duraksamaksızın seve seve açan tüm kurum ve kuruluşlara, Cumhurbaşkanlığı Arşiv Müdürlüğüne, Ankara Üniversitesi Arşivine, Genel Kurmay ATASE Başkanlığına; TBMM Kütüphanesine, Milli Kütüphaneye, Türk Tarih Kurumu Kütüphanesine, Atatürk Araştırma Merkezine;

Mali kaynağımızın tümünü oluşturan Başbakanlık Tanıtma Fonundan bu olanağı sağlayan yetkililere;

Gecelerini gündüzlerine katarak, çok kısa sürede büyük bir titizlik ve özveri ile bu derleme tarama ve düzenlemeyi gerçekleştiren, Sayın Tetkik Hakimlerimiz Ender Tiftikçi ve Mehmet Tiftikçi’ye;

Konularında yardım ve katkılarını esirgemeyen Başkent Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğretim üyesi Sayın Prof. Dr. Ahmet Mumcu’ya, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğretim üyesi Sayın Prof. Dr. Gülnihal Bozkurt’a ve Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dekanı Sayın Prof. Dr. Ramazan Aslan’a, Türk Parlamento Tarihi Yazım Grubu Başkanı Sayın Tuğamiral Fahri Çoker’e Kurumum adına gönülden teşekkürler sunarım.

Atatürk tarafından hukukun ne denli özümsendiğini ve onunla nasıl özdeşleştiğini göstermekte büyük katkısı olacağına inandığımız bu yapıtı sunmaktan mutluyuz…

Saygılarımla, Mayıs 1999

Mehmet Uygun

Yargıtay Başkanı
#1 - Eylül 24 2008, 17:50:42
''Cehennem, başkalarıdır. ''

Kurtuluş Savaşı Öncesi

31 Mart (13 Nisan) Vakası üzerine Selânik’ten harekete geçirilen Hareket Ordusu’nun İstanbul’a ulaşması üzerine, 19 Nisan 1909 tarihinde Mustafa Kemal tarafından kaleme alındığı ve H. Hüsnü Paşa tarafından imza edildiği kabul edilen bildiriden


İstanbul Ahâlisine

   1. Millet, kendisini senelerden beri zulümle idare eden müstebit idareyi parçaladı ve meşrutiyeti kurdu. Bu kansız ve mutlu devrimden zarar görmüş olan menfaat düşkünü eski idareciler, eski hale dönebilmek için bin türlü hile, desise ve alçaklığa başvurarak meşrutiyet hükümetimize yaralar açmak istedi, İstanbul faciasına sebep olarak kan döktü.
   2. Millet, yaşamının ve geleceğinin tek garantisi olan meşrutiyetin parçalanarak şer’i kanunların, toplumun kurtuluşu ve saadetinin temeli olan anayasamızın ayaklar altına alınmak istendiğini gördü. Bu alçakça durumun yaratılmasına sebep olanlara hak ettikleri cezayı vermek için İstanbul üzerine yürümeye karar verdi. İlk yapıcı kuvvet olmak üzere işte bizi İstanbul surları karşısında gördüğünüz bu Hareket Ordusu’nu buraya gönderdi.
   3. Hareket Ordusunun maksat ve görevi, meşru meşrutiyet hükümetimizi hiçbir kuvvetin sarsamayacağı surette kuvvetlendirmek ve sırf şeriat kuvvetleri ve perçinlenen Kanunu Esasinin (Anayasanın) üstünde hiçbir kanun, hiçbir kuvvet olmadığını ve olamayacağını ispat eylemek ve meşru meşrutiyetimizin devamından memnun olmayan vatan ve millet hainlerine kesin surette bir ibret dersi vermektir.
   4. Zulüm görmüş ahâli ve tarafsız askerler tamamıyla himâye edilecektir. Ancak tahrikçiler ve fesatçılar mutlaka lâyık oldukları kanuni kovuşturmadan kurtulamayacaklardır.
   5. Faziletli din ilmi heyeti başımızın tacıdır. Fakat şahsi çıkarları ve âdi menfaatleri için yalandan alim kılığına bürünen birtakım hafiyeler ve çıkarcılar elbette kanun pençesinden kurtulamayacaklardır
   6. Vatanın milli selâmet ve saadetinin gerektirdiği bu askeri icraat esnasında yardım, dahili inzibat ve sükûneti ve cümle ahâlinin can ve mal emniyeti için her türlü tedbir alınmış bulunmaktadır.
   7. Muhterem elçiler ve tüm yabancı misafirlerin huzurlarının bozulmasına meydan verilmeyecektir.
   8. İstanbul’un feci olayında kanları dökülen şehitlerin ruhları karşısında hesap vermeye, korku ve dehşete kapılmaya mahkûm olanlar, ancak bu kanlı facianın failleri ve teşvikçileridir. Bu hakikati herkes bilmeli, telâş ve heyecana kapılmayıp müsterih olmalıdır.


(Sadi Borak, Atatürk’ün Resmi Yayınlara Girmemiş Söylev, Demeç, Yazışma ve Söyleşileri, İstanbul 1997; s. 271-272)
#2 - Eylül 24 2008, 17:51:58
''Cehennem, başkalarıdır. ''

Erzurum Kongresinin 7 Ağustos 1919 tarihli Bildirisinden



Madde 5. Vatanımızda öteden beri birlikte yaşadığımız gayrimüslim unsurların, Osmanlı Devleti Yasalarıyla korunmuş olan, kazanılmış haklarına tamamen uyarız. Mal, can ve ırzlarının korunması, zaten dinimizin, ulusal geleneğimizin ve kanunlarımızın bir gereği olmakla birlikte, bu esas, kongremizin genel kanaatiyle de doğrulanmıştır.

Madde 6. İtilâf Devletlerince, mütarekenin imzalandığı tarihteki sınırlarımız içinde kalan, ve her bölümünde olduğu gibi, Doğu Anadolu illerinde çoğunluğu İslâm olan, kültürel, ekonomik üstünlüğü Müslümanlara ait olan ve birbirinden ayrılamaz öz kardeş olan din ve soydaşlarımızın yerleşik olduğu toprakların bölünmesi görüşünden tamamen vazgeçilerek, tarih, soy ve din haklarımıza uyulmasını ve bunlara karşı girişimlerin desteklenmemesini, ve bu şekilde tamamen hak ve adalete dayanan bir karar alınması beklenir.

Madde 7. Milletimiz, “insanî ve asrî” amaçları yüceltir. Teknik, sanayi ve ekonomi bakımından ihtiyaçlı durumumuzu takdir eder. Bundan ötürü; devlet ve ulusumuzun iç ve dış bağımsızlığı, vatanımızın bütünlüğü saklı kalmak üzere, altıncı maddede açıklanmış olan sınırlar içinde, ulusçuluk ilkelerine uygun ve yurdumuza karşı saldırı isteği olmayan her hangi devletin tekniğe, sanayie, ekonomiye ait yardımlarını hoşnutlukla karşılarız. İnsanlığın esenliği ve tümün huzuru adına, böyle insancıl ve adaletli kuralları kapsayan bir barışın tez elden kararlaştırılması en büyük ulusal isteğimizdir.
#3 - Eylül 24 2008, 17:53:13
''Cehennem, başkalarıdır. ''

Şarkî Anadolu Müdafaai Hukuk Cemiyeti’nin yasalar çerçevesinde kurulması ve tescili için Erzurum Valiliğine verilen dilekçe



24 Ağustos 1919

Erzurum Valiliğine

Sayın Vali,

Doğu Anadolu’da bulunup özdeş amaç ve erekle şimdiye değin kurulmuş olan bütün ulusal dernekler Erzurum’da yaptıkları –sizce bilinen- kongre kararıyla “Şarkî Anadolu Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti” ortak adı altında bir araya gelip birleşmişlerdir.

Derneğimizin merkezi şimdi Erzurum’dur. Yönetim kurulu demek olan “Temsilciler Kurulu” üyelerinin adları ve kimlikleri aşağıya yazılmış ve basılı tüzüğünden iki nüsha ilişik olarak sunulmuştur. Dernekler Yasası uyarınca belgesinin tarafımıza verilmesi için bu bildiri yüksek katınıza sunulur. Derin saygılarımızla.

Mustafa Kemal

Mustafa Kemal Paşa : Eski 3. Ordu Müfettişi, Askerlikten çekilmiş.

Rauf Bey : Eski Bahriye Nâzırı

İzzet Bey : Eski Trabzon Mebusu

Servet Bey : Eski Trabzon Mebusu

Şeyh Fevzi Efendi : Erzincan’da Nakşî Şeyhi

Bekir Sami Bey : Eski Beyrut Valisi

Sadullah Efendi : Eski Bitlis Mebusu

Hacı Musa Bey : Mutki Aşiret Başkanı

(Söylev, Gazi Mustafa Kemal Atatürk, C. III, Basıma Hazırlayan: Ord. Prof. Dr. H. Veldet Velidedeoğlu, İstanbul 1994, 4. Bası, s. 30, belge no: 41)
#4 - Eylül 24 2008, 17:54:04
''Cehennem, başkalarıdır. ''

Sivas Kongresinde Kongre Başkanı Mustafa Kemal Paşa Tarafından Yapılan Açış Konuşmasından, 4 Eylül 1919



Sayın Baylar;

Yurdun ve ulusun, kurtuluşunu amaçlayan zorunlu nedenler, sizleri, bunca zahmet ve engellere karşın, Sivas’ta topladı; yiğit dayancınızı kutlar ve sizlere hoş geldiniz demekle mutlu olduğumu bildiririm.



Erzurum Kongresi’nin bildiri ve tüzüğü dışında alınmış ve gizli kalmış hiç bir kararı yoktur. Yalnız Sadrazam Ferit Paşanın Paris gezisi dönüşünde, Anadolu’da kargaşa olduğu yolundaki genelgesi Kongrede büyük üzüntülerle okunmuş, gerçeğe aykırı ve ülke ve ulus çıkarları için zararlı bir aymazca bildirinin hemen yalanlanması kendisinden kesinlikle istenmiştir. Bir de mebus seçimlerinin çabuklaştırılması istenmiştir. Erzurum Kongresi yalnız Doğu Anadolu delegelerinden oluşmuş bulunduğundan, yetkisini bu çevreyle sınırlamak zorunluluğunu göz önünde tutmuştur. Ancak Batı Anadolu ve Rumeli delegelerinin katılmasıyla belirebilecek geniş ve kapsamlı yetkinin kullanılmasına saygıdeğer kurulunuzun toplanması koşuluna bağlı görmüştür. Hatta bu nedenledir ki, Doğu Anadolu’daki Ulusal Derneklerin birleşmesinden oluşan topuluğa ad verirken “Doğu Anadolu” sınırlaması konuldu. Doğrudan doğruya “Anadolu Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti” veya “Anadolu – Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti” genel adını kullanmak ve bütün ulusun halkları adına kendi kendine yetki vermek doğru olamazdı. Böyle olsaydı, İstanbul’da olduğu gibi, beş on kişinin bir araya gelip bütün ulusun yetkili vekilleriymişçesine tek yönlü ve gerçek yetki sahibi ulusla bağlantısız bir girişim niteliğinde kalabilirdi. Bununla birlikte Baylar, Erzurum Kongresi, “Bütün ülkenin ve ulusun elbirliği etmesi noktasında Doğu Anadolu illerinin, öbür illerle her bakımdan çalışma ortaklığı sağlanması konusundaki isteği kesindir” ilkesini kabul etmiştir. Doğal olarak sizlerin katılmanızla kurulan işbu Sivas Kongremizde vatanımızın bir bütün, ulusumuzun tek vücut olduğunu gereği gibi belirtecek ve kanıtlayacak ilkeler konulur.

(Söylev, Gazi Mustafa Kemal Atatürk, C. III, Basıma Hazırlayan: Ord. Prof. Dr. H. Veldet Velidedeoğlu, İstanbul 1994, 4. Bası, s. 41, Belge no: 54)
#5 - Eylül 24 2008, 17:55:05
''Cehennem, başkalarıdır. ''

Sivas Genel Kongresinin 11 Eylül 1919 tarihli Bildirisinden



Bağlaşık Devletlerce ateşkesin imzalandığı 30 Ekim 1918 tarihindeki sınırımız içinde kalıp büyük çoğunluğu Müslümanların yerleştiği, kültürce ve uygarlıkça üstünlüğü Müslümanlarda bulunan toprak bütünlüğümüzün bölüşülmesi görüşünden temelden vazgeçerek bu topraklar üzerindeki tarih, soy, din ve coğrafya haklarımıza saygınlık gösterilmesini ve buna ters düşen girişimlerin ortadan kaldırılmasını ve bu tutumla hak ve adalete dayanan bir karar alınmasını beklemekteyiz
#6 - Eylül 24 2008, 17:56:37
''Cehennem, başkalarıdır. ''

Anadolu ve Rumeli Müdafaai Hukuk Cemiyeti’nin yasalar çerçevesinde kurulması ve tescili için Sivas Valiliğine verilen dilekçe ve ekindeki beyannâme



SIVAS VİLAYETİ CANİBİ ALİSİNE

Atufetlû efendim hazretleri,

Anadolu ve Rumeli’de müteşekkil bilumum milli cemiyet ve Reddi İlhak heyetlerinin Sivas’ta mün’akit kongre kararıyla “Anadolu ve Rumeli Müdafaai Hukuk Cemiyeti” nâmiyle bir cemiyet teşkil ettiklerine dair olan beyannâme merbuten ita kılındı. Mukabilinde Cemiyetler Kanunu mucibince muktazi ilmühaberin itası müsterhamdır. Ol bapta emrü ferman hazreti menlehül emrindir. 12 Eylül 1335

Kongre Reisi

MUSTAFA KEMAL

Polis Müdüriyetine, 13 Eylül 1335

Tahkik ve beyan olunmak üzere

Kısmi adli riyasetine

Merbut beyannâmede esamisi muharrer zevatın cünha ve cinayetle mahkûm olduklarına ve hukuku medeniyeden ıskat edildiklerine dair polis dairesi kısmı adli şubesince bir kayda tesadüf olunamamış olduğunun arziyle polis müdüriyeti âliyesine takdim olunur. 13 Eylül 1335

Kısmı Adli Reisi

FAHRİ

Muktezasının icra ve evrakın iadesine müsaade buyurulmak üzere huzuru samii cenâbı vilâyetpenâhiye takdim olunur, ferman.

Polis Müdürü

TEVFİK

Mührü resmi ile mahtum nizamnâme alınarak rabt ve hıfzedilmek üzere polis müdüriyetine iade. 15 Eylül 1335

KISIM İDARİ RİYASETİNE

Beyannâme

Anadolu ve Rumeli’de müteşekkil bilumum Müdafaai Hukuku Milliye ve sair milli ve vatani milli cemiyetlerle Reddi İlhak heyetlerinin Sivas’ta 4 Eylül 1335 tarihinde akdettikleri umumi kongre karariyle “Anadolu ve Rumeli Müdafaai Hukuk Cemiyeti” nâmı müştereki altında olmak ve hukuku milliye ve menafii Osmaniyeyi müdafaa etmek üzere birleşmiştir.

Mezkûr cemiyetin Heyeti Temsiliyesi üçüncü ordu müfettişliğinden ve silki askeriden müstâfi Mustafa Kemal Paşa ve Bahriye Nâzırı sabıkı Hüseyin Rauf Bey ve üçüncü kolordu kumandanlığından ve silki askeriden müstâfi erkanı harp miralayı Refet Bey ile Erzurum mebusu sabıkı Raif Efendi ve Trabzon mebusu sabıkı İzzet ve Servet Beyler ve Erzincan meşayihi nakşibendiyesinden şeyh Hacı Fevzi Efendi ve Beyrut valii esbakı Bekir Sami Bey, Bitlis mebusu esbakı Sadullah Efendi, Mutki aşiret rüesasından Hacı Musa ve erkanı harbiye miralaylığından mütekait Vasıf ve Bitlis valii sabıkı Mazhar Müfit ve Ankara mebusu sabıkı Ömer Mümtaz ve Hüsrev Sami, sabık mutasarrıflardan Hakkı Behiç ve Niğdeli Ratipzade Mustafa Beylerden mürekkep cemiyetin şimdilik merkezi idaresi Sivas’ta bulunmak ve Rumeli ve Anadolu’nun her tarafında şubeler küşad edilmek üzere bir cemiyet teşkil edilmiş ve müteşekkil bulunan milli cemiyet ve Reddi İlhak heyetleriyle birleşmiş olduğuna dair olan işbu beyannâmemiz cemiyetler kanununa tevfikan ita kılındı. 11 Eylül 1335

Heyeti Temsiliye namına

M. KEMAL

(Mazhar Müfit Kansu, Erzurum’dan Ölümüne Kadar Atatürk’le Beraber, Ankara 1966, s. 343-344)
#7 - Eylül 24 2008, 17:58:40
''Cehennem, başkalarıdır. ''

Atatürk’ün, 14 Eylül 1919 tarihinde, Sivas Kongresi Genel Kurulu adına, padişaha çektiği telgraftan



İstanbul’daki yalan yayımından önce Avrupa basınında yayımlanmış ve Ferit Paşanın ulusal savaşımızı ittihatçılık olarak gösterip Anadolu’ya yabancıları müdahale etmeye çağırdığı bütün dünyaca öğrenilmişti! Oysa İzmir yöresinde namusunu ve kutsal varlıklarını savunmaktan başka bir şey yapamayan ve bunu yaparken de yüksek merhametli istencinize (iradenize) dayanan vatan evlâdı, izledikleri kutsal amacı birçok kez yüksek katınıza bildirmiş ve tüm Anadolu’nun ulusal ayaklanmasındaki yasallık da, yüce sultanlığınızı dört bir yandan karşı karşıya bulunduğu tehlikelerle kanıtlanmıştı. Ulusal istencini başkentinizde açıklama olanağını bulamayan ulusun acılarına tercüman olmak üzere Anadolu’da toplanan Doğu Anadolu illeri Erzurum Kongresi’ni ve bu kez Sivas’ta toplanmış olan genel kongremizi de yasadışı ilân eden bugünkü sadrazam, yüce Halifeliğinizin bulunduğu İstanbul’da toplanan Ermeni ve Rum kongreleri kararlarının İstanbul basınıyla duyurulmasında hiçbir sakınca görmüyorlar. Üstelik bir yandan haklılık ve yasaya uygunluk ilkelerine dayanmak isterken, öte yandan Mebuslar Meclisinin dağıtılmasından beri 7-8 ay geçtiği halde Kanunu Esasi (Anayasa) kurallarını uygulayıp seçimlere başlamak zorunluluğunu da halâ duymuyorlar; bu davranışlarının yanında ulusal gücümüzü de yabancılar gözünde yokmuş gibi göstererek onların amaçlarını kolaylaştırıyorlar. Güttüğü ihânet amacında başarıya ulaşmak için, ulusun ruhundan doğan kutsal örgütü dağıtmak, devletin yargı yetkisini yabancıların amaçlarına oyuncak etmek, ordunun gücünü azaltmak için yetenekli yüksek rütbeli askerlerimizi görevden alıp düşmana vermek, şifreli askeri yazışmalarının çaldırılmasına Posta ve Telgraf Genel Müdürlüğü’nü yetkili kılmak, bir takım düşman subaylarının ülke içinde dolaşarak toprak bütünlüğümüzü bozacak siyasal kışkırtmalarda bulunmalarına destek olmak, ülkeyi karışıklık içinde gösterip yabancıları işe karışmaya çağırmak, ordunun şifreli yazışmasını yasaklayarak askeri gizlerin açığa vurulmasından çekinmemek gibi her biri başlı başına ulusal suç oluşturan yasadışı girişimlerden bir türlü vazgeçemiyor. Vatanı bu duruma getiren yenilgiden doğmuş felâketimizi bu denli genişleten en büyük etkenin bugünkü hükümetçe sürdürülegelen bu ihânetler olduğu, herhalde artık yüce katınızca da anlaşılmıştır. Bu durumu göz önüne alan kurulumuz, yurdu kurtaracak çare aramak üzere hiçbir siyasal partiye bağlı olmayacak ve ulusal istenci tümüyle yansıtarak, ulusa dayanacak bir bakanlar kurulunun işbaşına getirilmesini diler ve böyle bir kabine kurulmazsa, ulusun zorunlu olarak yapacağı girişim ve savaşımı durdurmaya olanak bulunmayacağını saygıyla bildirir. Buyruk sevgili Padişahımız Efendimiz Hazretlerinindir.

Sivas’ta Toplanmış Genel Kongre Kurulu Adına

Mustafa Kemal

(Söylev, Gazi Mustafa Kemal Atatürk, C. III, Basıma Hazırlayan: Ord. Prof. Dr. H. Veldet Velidedeoğlu, İstanbul 1994, 4. Bası, s. 83, Belge no: 97/1)
#8 - Eylül 24 2008, 17:59:39
''Cehennem, başkalarıdır. ''

Kazım Karabekir Paşa’ya 16 Eylül 1919 tarihli telgrafından

...

c) Sivas’ta toplanan Kongre, Batı Anadolu delegeleriyle Erzurum Kongresi’nin Genel Kurulu’nu ve böylece – bütün Doğu Anadolu illeri adına yetki sahibi olmak üzere – Kongre kararı uyarınca seçilen özel bir kurul içinde bulundurduğundan, doğal olarak Sivas Kongresi, tüm Anadolu ve Rumeli adına ve bütün ulusu temsil etmek üzere genel bir kongre niteliğini kazanmıştır. Bu kongre, Erzurum Kongresi kararlarını ve örgütlerini oldukları gibi bir doğallıkla daha kapsamlı olarak kabul etmiş ve bunun sonucunda Doğu Anadolu Müdafaa-i Hukuk Cemiyet, “Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti” biçiminde kapsamlı bir ad altında genişletilerek birleştirilmiştir. Tüzüğün üçüncü maddesi ve Kongrenin temel kararları gerçekte bu yüce amacın sağlanmasını kesin olarak göstermiştir.

Sivas Genel Kongresi, Erzurum Kongresi’nde Doğu Anadolu Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti adına seçilen Temsilciler Kurulu’na tümüyle güvenini bildirerek (bunu olduğu gibi, Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti için Temsilciler Kurulu olarak kabul etmiştir. Buna göre Sivas Genel Kongresi’nin kararları başka, Erzurum Kongresi’nin kararları başka ve Doğu Anadolu Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin Temsilciler Kurulu başka, Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin Temsilciler Kurulu yine başka gibi, başkalıklar ve ayrılıklar elbette söz konusu olamaz ve bunun söz konusu edilmesi, kuşkusuz ki, pek açık olan birlik amacımız ve kutsal ereğimiz için son derece zararlıdır. Durum bu olunca, birbirini ortadan kaldıran Temsilciler Kurulları olmadığı gibi, bunlardan birine girince öbüründen çekilmesi istenecek (çekilmesini istemenin doğru olabileceği) üyeler de yoktur. Bugün tüm Anadolu ve Rumeli’yi kapsayan cemiyetimizin Sivas’ta bulunan tek Temsilciler Kurulu, Erzurum Kongresi’nde tüzüğün ilgili kuralları uyarınca seçilmiş dokuz kişiden beşinin bir arada bulunmasıyla görevini sürdürmektedir. Bu kişiler, benimle birlikte Rauf ve Bekir Sami Beyefendilerle Raif ve Şeyh Hacı Fevzi Efendi Hazretlerinden oluşmaktadır. Bundan başka, Samsun Sancağı da, tüzük uyarınca, temsilci olarak Refet ve Süleyman Beyler’i aday göstermiş, Temsilciler Kurulunun toplantıda bulunan beş üyesi bunlardan Refet Bey’i yeğlemiş, orada bulunmayan üyelerinden Servet ve İzzet Beyler’in de düşüncesini sormuştu. Onlar yanıt da vermeselerdi ve verecekleri yanıt olumsuz da olsaydı, çoğunluk oyunun uygulanması doğal bulunduğundan, Refet Beyefendi, tüzük uyarınca Temsilciler Kurulu üyeliği kimliğini kazanmış ve göreve başlamıştır. Hak ve yetkisi ve çıkarları Doğu Anadolu illerininkinden hiçbir yönde az olmayan ve Sivas Genel Kongresi’nde bulundurduğu aydın ve kendi seçim yerlerini gerçekten temsil eden üyelerin nitelik ve nicelikleri, Erzurum Kongresi’nde bulunan üyelerinkinden hiçbir yönde aşağı olmayan Batı Anadolu’nun haklı ve meşru görüş ve önerilerini dikkate almayıp, onları sadece bağımlı durumunda bulundurmaya kalkışmak, bizim aklımızın bir türlü kabul edemediği noktalardandır. Herhalde onların da hakkını tanımak zorunludur. İşte hem bu zorunluluk yüzünden hem de –görevi başında bulunmayan eksik üyelerimizin çalışmalarından yararlanılamadığı için- yardıma olan gereksinmeden dolayı yine tüzüğümüzün sonlarındaki sekizinci maddenin Temsilciler Kurulu’na verdiği yetkiye dayanılarak, Genel Kongrece de Batı Anadolu için yetkili gösterilen kimselerden altı kişiyle Temsilciler Kurulu güçlendirilmiştir...Pek güzel belirttiğiniz gibi, Kanunu Esasi (Anayasa) gereğince zaten düşmüş ve yok olan ve yurdun ve ulusun yazgısına karşı hayınca girişimleri belgelerle ve eylemleriyle kanıtlanmış bulunan Ferit Paşa Kabinesini güvenilir görmemek ve onun yerine ulusal amaçlara hizmet eden meşru bir kabinenin iktidara getirilmesi gerekliliğini Padişaha bildirip duyurmak isteminden ibaret olan Sivas Genel Kongresi kararının kesinlikle yerinde olduğunu anlamak için derin bir incelemeye gereklilik yoktur. Bundan vazgeçmeyi önermek bilmem ne kadar doğrudur.

d) Ürküntü doğuran nokta, uygulanmasının yerinde olup olmayacağını tüzük gereğince, Merkez Kurullarından ve yetkili üyelerimizden sorduğumuz altı maddelik kararın içeriği ise, bunda telâşa düşmeye ve Sivas Kongresi’nin genel olduğu veya olmadığından, Temsilciler Kurulunun şöyle veya böyle olmasından söz etmeye hiç de gerek yoktur. Yapılması gereken şey, bu kararların uygulanmasına veya uygulanmamasına ilişkin olmak üzere, hangi yönde olursa olsun, görüş ve düşünce bildirmekten ibarettir. Doğaldır ki, Temsilciler Kurulu her yandan gelecek olan görüşleri göz önüne alarak Genel Kurulca kabul edilip uygulanabilecek bir karar verir. Servet ve İzzet Beyler’in ille kendi düşünceleri kabul edilmezse, Temsilciler Kurulu üyeliğinden çekilmiş sayılmaları yolundaki yazıları, doğal olarak iyi etki yapmadı.

e) Temsilciler Kurulu’nca Trabzon Merkez Kurulu’ndan sorulan konular üzerinde bu kurulun düşüncesi anlaşılmadıkça, Temsilciler Kurulu’nca bir karara varılması olanaksız bulunduğundan, Trabzon Merkez Kurulunun yanıtını herhalde beklemekte olduğumuzu bildiririz.

f) Sorulan kararların altıncı maddesiyle güdülen amaç, İstanbul’da meşru bir hükümetin padişah tarafından iktidara getirilmesine değin, Ferit Paşa kabinesiyle yazışmanın kesilmesi olduğuna göre, her ili ne yapacağını bilmez ve kararsız bir halde bırakmayıp, genel durumdan haberli kılabilmek için yetkili bir yazışma mercii gösterilmesinin uygun olacağıdır; buna dayanılarak yazışma merciinin, Sivas’ta Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk cemiyeti olabileceği bildirilmişti. ... Sivas Genel Kongresi toplantı ve görüşmelerini sona erdirmiş olduğundan, Doğu Anadolu illerinin her yanından delegeler çağırarak yeniden ve olağanüstü bir kongre toplanması gerekliliği, başta yüksek kişiliğiniz olmak üzere birçok değerli kişilerin anımsatması üzerine düşünülmüş bir noktadır. İşbu açıklamalarla, kuşkuların giderilebileceği inancıyla saygılarımızı sunarız efendim.

Anadolu ve Rumeli Temsilciler Kurulu

Sivas 16/09/1919

(Söylev, Gazi Mustafa Kemal Atatürk, C. III, Basıma Hazırlayan: Ord. Prof. Dr. H. Veldet Velidedeoğlu, İstanbul 1994, 4. Bası, s. 77-80, Belge no: 94)
#9 - Eylül 24 2008, 18:00:43
''Cehennem, başkalarıdır. ''

Atatürk’ün, Urfa Mutasarrıfı Ali Rıza Bey’e 19 Eylül 1919 tarihinde gönderdiği telgraftan



Sivas’tan, 19/9/1919

Urfa Mutasarrıfı Ali Rıza Beyefendi’ye

   1. İyi niyetli uyarı amacıyla gönderilen 18/9/1919 tarihli tel yazıları kurulumuzca dikkatle incelendi ve aşağıdaki noktaların size bildirilmesi uygun görüldü. ...
   2. Ulusumuzun meşru hakkını istemek için aldığı durum nedeniyle İtilâf Devletleri’nin bütün Osmanlı vatanını askeri işgal altına alması akla bile gelemez. Çünkü ulusumuz, İtilâf Devletlerinden adalete ve hukuka aykırı eylemler değil, bu yolda şimdiye değin, İstanbul hükümetinin güçsüzlük ve uyuşukluğu sonucunda, yapılmış olan haksız işlemlerden vazgeçmelerini bekliyor.
   3. Ulusumuzun; yurdun yüksek çıkarlarını ayak altına alan ve yasaya dayalı ulusal hakları, hayınca ve canice girişim ve alçakça önlemlerle, eylemli olarak çiğnemeye kalkıştığı için Kanunu Esasimize (Anayasamıza) göre kendiliğinden düşmüş olan Ferit paşa kabinesiyle anlaşmasını önermeniz, gerçek durumu daha gereği gibi bilmediğinize yorulmaktadır. Bu nedenle sizi ve Urfa’nın sayın halkını aydınlatmak amacıyla bu tel yazısına ek olarak, gereken bilgi, açıklama ve yönerge verilecektir.
   4. Sizin gibi yurt sevgisi taşıyan kişilerin görevi, ulus işlerini ulusal amaç ve irade doğrultusunda yürütmektir. Yüce Halifelik ve Sultanlık onuruna olan öz bağlılığımız ancak böyle belirir. Bu nedenle Ferit Para kabinesine güvenmenin doğru olmadığı konusunda oranın soylu halkınca İstanbul’a gönderilecek yazını bir örneğinin, bilgi edinilmek üzere, bize yollanması, Temsilciler Kurulunun kararıyla bildirilir.


Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk

Cemiyeti Temsilciler Kurulu Adına

Mustafa Kemal

(Söylev, Gazi Mustafa Kemal Atatürk, C. III, Basıma Hazırlayan: Ord. Prof. Dr. H. Veldet Velidedeoğlu, İstanbul 1994, 4. Bası, s. 100, Belge no: 108/2)
#10 - Eylül 24 2008, 18:02:02
''Cehennem, başkalarıdır. ''

Atatürk’ün Söylev’de, İstanbul Hükümeti tarafından 4 Ekim 1919 tarihinde gönderilen imzasız telgrafa verdiği cevaptan bahsettiği bölümden



Baylar, ertesi gün, yani 5 Ekim 1919 günü imzasız teli Sadrazamın Temsilciler Kuruluna yazdığı ve o kurulun teline karşılık olduğu söylendi. Bunu resmi olarak saptayan, resmi ve imzalı bir açıklama olmamakla birlikte, biz böyle küçük bir noktada daha çok durmayı yararlı ve uygun görmedik. Sadrazam Paşaya yanıt vermeyi uygun bulduk. 5 Ekimde yazdığımız uzun karşılığın ana hatlarını özetleyeyim:

“Önerilerinizin hepsinin uygun görülüp kabul edilmiş olduğu anlaşıldı” dedikten sonra, bizim söz vermemizi istedikleri noktalar üzerinde açıklama yaptık ve dedik ki: “Olağan dışı ve yasaya aykırı durumların yaratıcısı Ferit Paşa Hükümeti idi. Ferit Paşa Hükümetinin yaptığı türeye uymaz iş ve davranışların nedenlerinin ve etmenlerinin kaldırılması için sizler kesin önlemler alırsanız, bu durum kendiliğinden ortadan kalkar.

Cemiyetimizin (Müdafaai Hukuk Cemiyeti), şimdiki hükümete karşı yüklenmelerde bulunması ve kendilerine yardım edebilmesi için önce, hükümetin ulusal örgütlerimizi iyi karşıladığını açık ve kesin bir dille söylemesi gereklidir. Yoksa karşılıklı güven ve yakınlığın doğduğuna inanılmayacak ve karşıt davranış ve girişimlerin belirmesi beklenecektir.”

Ali Rıza Paşanın imzasız tel yazısındaki: “ Yurdumuzda, meşrutiyet yöntemi gereğince, ulusal egemenliğin yürürlükte olduğu” noktasında da: “Gerçekten öyle ise de, Millet Meclisinin dağıtıldığı günden sonra dört ay içinde toplanması Anayasamızın açık hükümlerinden iken, bugüne değin seçmen kütükleri bile düzenlenmemiştir. Bu davranış, Ferit Paşa Hükümetinin açıktan açığa meşrutiyeti yıkmaya yeltenmesi ve Anayasaya kesin saldırısı demektir ve Ceza Yasasının özel maddesine göre ağır bir suç sayılarak bu suçu işleyenlere yasa hükümlerinin eksiksiz uygulanması, ulusal egemenliği kabul eden ve yasa hükümlerinin uygulanmasını kendisi için bir ödev sayan her yasal hükümetin ilk kutsal görevidir” diye yanıt verdik.

(Söylev, Atatürk, Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara, 1978, s. 149; Kemal Atatürk, Nutuk 1919-1927; Atatürk Araştırma Merkezi Yayını; Bugünkü Dille Yayına Hazırlayan: Prof. Dr. Zeynep Korkmaz, Ankara 1995, s. 141; 1927 baskısında s. 123 )
#11 - Eylül 24 2008, 18:03:10
''Cehennem, başkalarıdır. ''

Atatürk’ün, Söylev’de, Ahmet İzzet Paşa ve Harbiye Nâzırı Cemal Paşanın “yurtta birliğin sağlanması ve temel yasalara göre hükümetle bağlantı kurulmasını temiz yürekle salık veren ve rica eden” 7-8 Ekim 1919 tarihli telgraflarına verilen cevaptan söz ettiği bölümden



Bu tel yazısına elden geldiğince hiç bir özel düşünce ve duygu belirtmemeye çalışarak, yumuşak ve daha da ileri giderek, güven verici bir yanıt vermek uygun görüldü. Yanıt şudur:

“Yüksek düşünceleriniz, değerine yaraşır bir önemle gözden geçirildi. Ulusal eylemlerin etkileri üzerindeki iyi görüşünüze teşekkür olunur. Bugüne değin olduğu gibi bundan sonra da, yapılan ulusal hizmetlerin bilgece sürdürüleceğine ve yasal bir yönetimin bütünüyle kurulmasına bütün varlığımızla çalışılacağına inanmanızı rica ederim. Çalışma amacımızın bir yasa çağı açmaya yönelik olduğunu bilginize sunarım. Çok şükür, hükümetle ulus, görüşlerinde tam uzlaşmış olduklarından, bundan böyle sürüp gideceğine inandığımız bu karşılıklı yakınlık ve tam birlik ulus ve yurt yararını sağlayacak biçimde görünecektir.”

(Söylev, Atatürk, Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara, 1978, s. 168; Kemal Atatürk, Nutuk 1919-1927; Atatürk Araştırma Merkezi Yayını; Bugünkü Dille Yayına Hazırlayan: Prof. Dr. Zeynep Korkmaz, Ankara 1995, s. 159; 1927 baskısında s. 139 )
#12 - Eylül 24 2008, 18:04:24
''Cehennem, başkalarıdır. ''

Temsilciler heyetinin ulusa bildirisi



BİLDİRİ

İç ve dış felâketlerin tehdidi altında doğal hakları ile kutsal varlıklarının korunmasını sağlamak amacı yöresinde toplanan büyük ulusumuz bugüne değin ulusal egemenliği ayaklar altına alan birkaç kişinin hayınca düşmanlığı karşısında kalmıştı. Ulusa dayanmadığı için gerçekte hiçbir gücü ve önemi olmayan bu kişilerin her nasılsa iktidara gelmiş bir hükümet biçiminde olması, bu niteliğiyle resmi bir önem alması sonucunu doğuruyordu. Bu nedenle şimdiye değin ulusun tinsel (manevi) birliği tam olmakla birlikte, İstanbul hükümetinin bu ulusal birlik içine girmemiş bulunması, dosta düşmana karşı ulusun değil, fakat devletin genel birliğini eksik olarak gösteriyordu. Ama bugün Tanrıya ve hakkına dayanan büyük ulusumuzun gösterdiği sarsılmaz inanç karşısında, engeller yıkılıp en sonunda aynı kurtuluş amacı yöresinde devletimizin de genel birliği tamam oldu.

Bu ulusal başarı iki aşamada gerçekleşti: Bunların birincisi, ulusun haklı istemlerini öğrenen Padişahımız Efendimizin Ferit Paşa kabinesini hemen düşürmesi ile; ikincisi de, Ali Rıza Paşa Hazretleri başkanlığında kurulan yeni Bakanlar kurulunca ulusal istemlerin yasaya uygunluğu ve Kuvayı Milliye’nin egemenliği ilkeleri kabul edilerek, ulusla hükümet arasında tam bir anlaşma olmasıyla gerçekleşti. Bu anlaşmaya dayanılarak, bugünden başlayıp bütün ulusal örgütler ve Temsilciler Kurulumuz, her iki tarafta paylaşılan ve bütün ulusça özlenen görüşlerimizin gerçekleşmesi ve ulusal istemlerimizin elde edilmesi yolunda yeni Bakanlar kuruluna destek ve yardımcı olacak ve resmi yazışmalar üzerine konulmuş olan yasak kaldırılacaktır. Bu görevin yerine getirilmesinde, örgütümüzün hiçbir yerde hiçbir kimse tarafından hükümetin görev ve yasal işlerine karşı herhangi bir karışmaya kesinlikle meydan vermeyecek ve böylece ulusal örgütün bütün çalışma ve uğraşı hedefi, vatanın kurtarılması yönünde yoğunlaştırılmış olarak kalacaktır. Kurtuluşun elde edilmesinde hükümetin resmi görevlerine karşılık, ulusun da pek büyük ve pek önemli ulusal ödevleri olduğunu göz önüne alan cemiyetimiz, hükümetçe onaylanmış olan tüzüğündeki kurallar uyarınca, genel örgütlerini güçlendirip ulusal ödevinin düzenli olarak yerine getirilmesini sağlamayı çok gerekli saymaktadır; gerçekte bu büyük ulusal amaçtan başka hiçbir amaç gütmeyen kurulumuz, her türlü kişisel çıkardan ve parti tutkularından da uzak olduğundan, kamuya duyurmuş olduğu ulusal ilkelerden, hiçbir sebeple ve sözde nedenlerle hiçbir zaman ayrılmayacak ve çalışmalarının en büyük bölümünü Kuvayı Milliye’nin şimdiye değin olduğu gibi bundan sonra da tam bir güvenlik ve esenlik içinde düzenlenmesine yöneltecektir. Ve en tehlikeli tarihsel koşullar altında bile ulusal onurundan ve herkesin hakkına saygılı olmaktaki atadan gelme üstün niteliklerinden azıcık bile ayrılmamış olan ulusumuzun bundan sonra da aynı yöntem ve davranışı sürdüreceğinden ve böylece bu kutsal topraklara sahip olmaktaki uygarca yeteneklerini bütün dünyaya tanıtacağından kuşku yoktur. 7 Ekim 1919

Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk

Cemiyeti Temsilciler Kurulu Adına

Mustafa Kemal

(Söylev, Gazi Mustafa Kemal Atatürk, C. III, Basıma Hazırlayan: Ord. Prof. Dr. H. Veldet Velidedeoğlu, İstanbul 1994, 4. Bası, s. 142, Belge No: 137)
#13 - Eylül 24 2008, 18:06:20
''Cehennem, başkalarıdır. ''

Basın Kurulu Başkanı Velit Bey’in yazılı soruları ve Atatürk’ün, yaveri aracılığıyla verdiği yanıtlar



İstanbul, 13/10/1919

Sivas’ta Mustafa Kemal Paşa Hazretleri’ne

Sayın Paşam; kaç gündür sizinle Gazeteciler Kurulu adına yazışıyorduk. Bugün de Tasviri Efkar adına rahatsız edeceğim. Aşağıda bazı sorular sunuyorum. Amaç, Kuvayı Milliye’nin durumu üzerinde olabildiğince açık bilgi vermektir. Alınacak yanıtların ajans aracılığıyla Avrupa’ya çektirilmesine çalışılacaktır; bu sorulardan uygun görülenlere, yarınki sayıya yetiştirilmek üzere olabildiğince çabuk yanıt vermenizi rica ederim:

   1. Kuvayı Milliye’nin oluşmasının ilk sebepleri nedir?
   2. Ulusal örgütlenme ne zaman başladı?
   3. Bugün kaç il üzerinde egemendir?
   4. Ulusal örgütün ileri gelenlerinden başlıcaları kimlerdir?
   5. Temel amacı nedir?
   6. Temel amacı elde etmek için başlıca girişimleri nedir
   7. Seçimler konusundaki düşüncesi nedir?
   8. Anadolu’da seçimler tam bir özgürlük içinde yapılabilecek midir?
   9. Nisbî seçim ilkesi kabul olunur mu?
  10. Avrupa’ca kurulması tasarlanan Ermenistan sınırları konusunda ne düşünüyorsunuz?
  11. Sizce Ermenistan sınırı ne olabilir?
  12. General Harbord ile ne görüştünüz?
  13. Ulusal örgütün ikinci, üçüncü derecedeki organları içinde bazı İttihatçılar vardır deniliyor; ne dereceye kadar doğrudur?
  14. İttihatçıların Kuvayı Milliye üzerindeki etki yapması olanağı var mıdır?
  15. Seçimlerden sonra Kuvayı Milliye ne biçimde kalacaktır?
  16. Gelecekteki sınırlarımız sizce ne olabilir?
  17. Özgeçmişinizi kısaca bildirir misiniz?
  18. Mebus seçimlerinde adaylığınızı koyacağınız söyleniyor, doğru mudur? Nereden mebus çıkmak istiyorsunuz?
  19. Arkadaşlarınız arasında başka kimler mebus olmak isteğindedir?
  20. Kentinizde İtilâf Devletleri temsilcileri var mı, onlarla ilişki durumunda mısınız? Size karşı tutumları nedir, Ulusal Savaşım konusunda ne düşünüyorlar?
  21. İstanbul temsilcisi olarak atadığınız Vasıf Bey ne zaman gelecektir, yönergesi nedir?


Tasviri Efkar Başyazarı

Velit



Velit Beyefendiye

Paşa Hazretlerinin tel yazınıza numara sırasıyla not ettirdiği yanıtları aşağıda sunuyorum:

   1. Ulusun karşı kaşıya kaldığı haksız işlemler.
   2. Ateşkes Anlaşmasından sonra ve yurdun her yanında, hemen aynı zamanda.
   3. Bugün Anadolu ve Rumeli illerinde ulusal örgüt bulunmayan tek yer kalmamıştır. Etkinliği bütün yurdu kapsamaktadır.
   4. Ulusal örgütün ileri gelenleri, yurdun bütünlü ve bağımsızlığı için yürekleri çırpınan ulusun tüm seçkin evlâtlarıdır.
   5. Temel amaç, ülkenin bütünlüğünü ve ulusun bağımsızlığını sağlamaktır.
   6. Kuvayı Milliye’yi etken ve ulusal iradeyi egemen kılmaya kesin olarak arar vermiş olan ve bütün ulus bireylerini içinde toplamış bulunan örgütümüzdür. Tüzük ve bildirimizde bunlar, olduğu gibi yazılıdır.
   7. Seçimlere yasaya aykırı herhangi bir karışmada bulunmayıp, ulusu özgür bırakmaktadır. Yalnız cemiyetimiz, kendi ilkelerini kabul edenlerin seçimde başarı kazanmalarını diler.
   8. Evet yapılacaktır.
   9. Bu seçimin eldeki yasa uyarınca yapılması zorunludur. Ve zaten bu yolda da başlanmıştır. Nisbî seçim yöntemi Mebuslar Meclisi’nin çözüme bağlayacağı bir sorundur.
  10. 11- 30 Ekim 1918 tarihindeki sınırlarımız içinde kalan vatan parçalarından bir karış toprağın Ermenistan devletine katılmasına ulus kesinlikle karşıdır.
  11. Cemiyetimizde İttihatçı olarak kimse yoktur. İttihatçılık tarihe karışmıştır. İstanbul hükümetinin ve Batının siyasal yanılgısı, onların yeniden canlanmasına neden olmazsa, ulus, bunun canlanmasını aklına bile getirmeyecektir. Bu konuda Temsilciler Kurulunun yeni bir bildirisi bu gece Gazeteciler Derneği Başkanlığına tel yazısıyla bildirilecektir.
  12. Kuvayı Milliye’mizde egemen olan etken, sadece ulus ve ulusun yüce amaçlarıdır. Başka hiçbir kişi veya topluluk etken olamaz.
  13. Kuvayı Milliye’nin gelecek biçimi, Mebuslar Meclisi’nin güven ve özgürlük içinde yasama ve denetleme görevini yerine getirmeyi başarmasından sonra, bir kongre ile belirlenecektir. Bu nokta, tüzüğümüzün son maddesinde yazılıdır.
  14. Gelecekteki sınırlarımız bizce 30 Ekim 1918 Ateşkes Anlaşmasının imzalandığı günde eylemli olarak sahip kaldığımız sınırdır.
  15. Mebusluğa adaylığımı koymadım ve koymayacağım. Ama ulus beni herhangi bir yerden mebusluğa seçerse, övünçle kabul ederim.
  16. Arkadaşlarım da tıpkı benim gibi düşünmektedirler.
  17. Kentimizde İtilâf devletleri temsilcileri yoktu. Ancak bütün Avrupa ve Amerika devletlerinin geçici olarak gelip giden siyasi ve askeri görevleriyle yapılan özel görüşmelerde, onlar ulusal örgüt ve savaşımımızın haklı niteliğini tümüyle onaylamış ve anlamışlardır.
  18. Paşanın özgeçmişi özetle şöyledir :



Rumi 1296 (Milâdi 1880) tarihinde Selânik’te doğmuştur. İlk ve ortaöğrenimini Manastır’da, subaylık ve kurmaylık öğrenimlerini İstanbul’da bitirerek 1904 yılında kurmay yüzbaşı olmuş, 1907 yılına değin Suriye’de ve önyüzbaşı olduktan sonra, 1911 yılına değin Makedonya’da bulunmuştur; bu süre içinde ordu kurmaylığında, Redif Tümeni kurmaylığında, ordu ve kolordu kurmaylığında, Selânik Subay Talimgâh Komutanlığı’nda ve tren hattı müfettişliğinde görev yapmıştır. 31 Mart olayı üzerine Selânik’ten İstanbul’a giren birliklerin kurmay başkanlığında ve 1910’da Arnavutluk’ta girişilen harekâtta Harbiye Nâzırı Mahmut Şevket Paşanın kurmayı olarak bulunmuş, 1910’da Pikardi manevralarını izlemek için Fransa’ya gitmiştir. 1911’de Genelkurmay Başkanlığı Dairesi’nde görevlendirilmiş ve oradan, İtalya Savaşı dolayısıyla Libya’ya giderek bu savaşın sonuna değin Sirenaika bölgesinde Derne Birlikleri Komutanlığını yapmış, bu sırada Balkan Savaşı başlamış ve Bulgarların Çatalca hattına geldikleri bir sırada İstanbul’a dönerek Gelibolu Mürettep Kuvvetleri Kurmaylığı Harekât Şubesi Müdürü ve Bolayır Kolordusu Kurmay Başkanı olarak Balkan Harbine katılıp Edirne üzerine bu kolorduyla birlikte yürümüş, Dimetoka yöresinin düşmandan geri alınmasında eylemli olarak bulunmuştur. Balkan Savaşından sonra Sofya, Belgrad, Çetine ataşemiliterliklerini yapmak üzere Sofya’da görevlendirilmiş ve orada yarbaylığa yükseltilmiştir. Dünya Savaşı’nın ilânından sonra Tekirdağ’da yeni kurulan On dokuzuncu Tümen Komutanlığına atanmıştır. Mayos ve yöresi bölge komutanlığını yaptıktan sonra bu tümen ile bu bölgede bulunduğu sırada Arıburnu Kuvvetleri Komutanlığını üstlenmiş ve bunun sonucunda albaylığa yükseltilmiştir. Daha sonra Anafartalar Komutanı olmuş ve İngilizlerin çekilmeleri üzerine On altıncı Kolordu komutanı olarak Edirne’ye ve orada bir ay kadar kaldıktan sonra Diyarbakır, Bitlis, Muş yöresine, aynı sayı ile kolordu komutanı olarak gitmiş ve bu cephede tuğgeneralliğe yükseltilmiştir. Yığınak yapan İkinci Ordu içinde Bitlis ve Muş’u beş gün süren savaştan sonra Ruslardan geri almış ve bir süre sonra İkinci Ordu Komutan Vekilliğine ve az bir süre sonra da Hicaz Seferi Kuvvetlerine ordu komutanı olarak atanmış ise de, Şam’a kadar gittikten ve Sina cephesini denetledikten sonra, Medine’ye gitmesine gerek görülmediğinden, İkinci Ordu Komutanlığına asil olarak atanıp Diyarbakır’a dönmüş, 1917 yılında Halep’te yığınak yapan ve General Falkenhayn komutasında bulunan gruba giren Yedinci Ordu Komutanlığına atanmıştır. Bu general ile arasında, savaş hareketleri konusunda anlaşmazlık çıktığından bu hükümet de kendisinin görüşünü kabul etmediğinden, bu ordunun komutanlığından çekilmiş ve ardından atandığı İkinci Ordu Komutanlığını da kabul etmeyerek İstanbul’a dönmüştür. Bu süre içinde veliaht bulunan kişinin (Vahdettin’in) yanında Almanya’da Savaş Genel Karargâhı’na ve Alman Batı cephesine gitmiştir. Veliahdın padişah olması üzerine, padişahın sözlü ve ısrarlı buyruğu ile Falkenhayn’ın yenik olarak bıraktığı Nablus yöresindeki Yedinci Orduya yeniden gitmiş ve oraya varmasından on beş gün sonra yapılan İngiliz genel saldırısında bu orduyu Halep’e kadar geri çektiği sırada padişaha fahrî yaver olmuştu. Halep Savaşından sonra Yedinci ve -Adana yöresinde bulunan- İkinci Ordu’dan oluşan Yıldırım (Orduları) Grubu Komutanlığını üstlenmiş ve Ateşkes Anlaşmasından sonra İstanbul’a dönmüştür. Son zamanda, bilindiği gibi, Üçüncü Ordu Müfettişliği ile Doğu Anadolu’da bulunduğu sırada 8 Temmuz 1919’da askerlik mesleğinden çekilmiştir.

(Söylev, Gazi Mustafa Kemal Atatürk, C. III, Basıma Hazırlayan: Ord. Prof. Dr. H. Veldet Velidedeoğlu, İstanbul 1994, 4. Bası, s. 149, Belge No: 144)
#14 - Eylül 24 2008, 18:07:30
''Cehennem, başkalarıdır. ''

Kuvayı Milliye Muhaliflerinin, bu örgütten kuvvet alarak şahsi çıkarlar elde ettiklerinin ve tahakküme başladıklarının bildirilmesi üzerine, İzmit, Adapazarı, Bursa, Konya ve Balıkesir Merkezlerine gönderilen telgraf


Kuvayı Milliye’ye mensup oldukları iddiasıyla bazı kişilerin kişisel çıkarlarını sağlamak için tahakküm etmek gibi hareketlerde bulundukları haber alındı. Yasadışı hareketlerin ulusal örgütlerde yeri yoktur. Bu gibiler hakkında hükümetin yasaları uygulanacaktır.


(Erzurum’dan Ölümüne Kadar Atatürk’le Beraber; Kansu, Mazhar Müfit, Ankara 1966, s. 438)

#15 - Eylül 24 2008, 18:08:36
''Cehennem, başkalarıdır. ''

Mustafa Kemal başkanlığında temsil heyeti üyeleri ve komutanlar arasında ileriye yönelik alınması gerekli kararlar ve Kurtuluş Savaşı’nın parasal kaynaklarıyla ilgili olarak 16-30.11.1919 tarihlerinde yapılan gizli görüşme tutanaklarından



Başkan: Bir noktada toplamak istiyorum: Söz konusu olan sorun, Milli Meclisin nerede toplanacağıdır. Şu tarihî ve çetin anların mahiyeti ve güçlükleri dikkatle göz önüne alınınca ve İstanbul’un tasvir edilen tehlikeli şartları da düşünülünce, Milli Meclisin Hilâfet merkezinde toplanarak görevini yerine getirmesinin mümkün olmayacağı anlaşılıyor. Şu halde Milli Meclisin her türlü güvenlik şartlarını taşıyan bir yerde toplanması gerekir. Ancak Padişah, Hükümet, Âyan ve bütün İstanbul çevresi buna karşı çıktığına göre, dışarıda toplanamaz. Yalnız Padişah ve hükümet buna razı olsalardı, sakıncaları bir dereceye kadar azalırdı. Ötekilerin pek önemi yoktu. Binaenaleyh toplanma yerinin İstanbul olmasında kesin zorunluluk vardır. Ama bu şartlar içinde toplanacak Milli Meclis, üzerine alacağı hayati görevleri yerine getirmeye devam edebilecek mi, edemeyecek mi? Bir takım belirtilere göre denilebilir ki, bir şartla devam eder. O da, neticeye kadar, İtilâf Devletlerinin görüşlerini aynen kabul etmek... Fakat acaba bu görüş ve şartlar ne olabilir? Bunlar, iç ve dış hayatımızla bağımsızlığımızı mahfuz bulundurmak noktasında toplanırsa çok iyi... Fakat hiç sanmıyorum. Meclisin kabul edemeyeceği şartlar ileri sürülecektir. Buna göre Milli Meclisin iki türlü hareketi olur: Birincisi, bu ağır şartları kabul eder, ikincisi de şartları çok ağır bularak haksızlığı kabul etmez. Böyle bir tutum karşısında uğranılacak muamele, ya meclis dağıtılır, ya İngilizler tarafından götürülür, ya da Kars ve sair malûm misallere uygun olarak, Mebusan Meclisini ortadan kaldırmak suretiyle büyük bir darbe vurabilir. Binaenaleyh bu Milli Meclise bel bağlamamak gerekir. Böyle bir toplantının gerçek ulusal amaçlara uygun milli bir toplantı olmayacağı tabiidir. İşte buradan “Milli Toplantı”ya intikal edilmiş olur. Dışarıda, fakat milletin bütün mukadderatını ..... bir “Milli Heyet” tasavvur edelim. O halde Milli Meclisin toplanmasından vazgeçelim. Tasavvur olunan Milli Heyet, Mebusan Meclisi değildir, bu bir kongredir, bir “Assemblee Nationale”dir.

Bu heyet yürütme yetkisini üzerine almayacaktır. Sadece Merkezi Hükümeti karar alma hususunda uyarsın. Hükümet de, memleketin mukadderatı hakkında ileri sürülen şartları, bu uyarılara göre, kabul veya reddetsin. Ama bu da şüphelidir. Çünkü bütün mebusların aynı inancı taşımaları gerekir. Böyle olursa, İstanbul’un güvensizliğinden bahsederek, tam bir güvenlik sağlanıncaya kadar dışarıda toplanılacağını söyleyebilirler. Fakat, mebusların büyük çoğunluğu buna muvafakat etmediği takdirde bu da olamaz. Birisi dışarıda “Assemblee”, öteki İstanbul’da “Milli Meclis” halinde iki temsil organı meydana gelir ki, bunlardan biri onaylanmış, diğeri onaylanmamıştır. Şu hale göre diğerinin durumu imkânsız görülüyor. Bir an için imkân olduğunu kabul ve tasavvur edelim. O zaman da Merkezi Hükümet ve yabancılar kabul etmeyeceklerdir. Hükümetle bunun arasında kavgalar çıkacaktır. Hangi taraf galip gelirse, o taraf duruma hakim olacaktır.

Bu bakımdan bütün dahili kuvvetleri ve yürütme yetkisini eline alması lâzımdır, yani “Assemblee Constituante” = “Kurucu Meclis” haline gelmesi gerekir. Toplanmış olan meclis, daha birtakım memleket eşraf ve ayanının çağırılmasıyla bu hale gelebilir. Önce ”Assemblee Nationale”, sonra da “Constituante” da imkânsızdır, vasıtalar şartlara bağlıdır. Bugün için bile bu tarzda kabulü, bir dereceye kadar kanuna aykırı olacaktır. O halde Milli Meclisin İstanbul’da toplanması zorunludur. Bu meclisin görevini yapmaması ve yapmadığına göre de, bizce alınabilecek tedbir ve tertibat kalkıyor. Evet Milli Meclis, ister istemez, ancak İstanbul’da toplanabilecektir. Bu tedbir ve tertibata dair şimdiden ne yapmak zorundayız? (Tutanakta boşluklar ve tümce düşüklükleri var.)

(Belgelerle Türk Tarihi Dergisi, S. 69, Haziran 1973; Zikreden: Sadi Borak, Atatürk’ün Resmi Yayınlara Girmemiş Söylev, Demeç, Yazışma ve Söyleşileri, İstanbul 1997, s. 36-37)
#16 - Eylül 24 2008, 18:10:08
''Cehennem, başkalarıdır. ''

Mustafa Kemal başkanlığında temsil heyeti üyeleri ve komutanlar arasında ileriye yönelik alınması gerekli kararlar ve Kurtuluş Savaşı’nın parasal kaynaklarıyla ilgili olarak 16-30.11.1919 tarihlerinde yapılan gizli görüşme tutanaklarından( Sivil Memurlar Hakkında)



Kazım Paşa: Ordu ilân etti ki bütün gücüyle milletin emrinde ve onun desteğindedir. Ama hiç bir vali böyle yapmadı.

Mustafa Kemal Paşa: Başlangıçta bir çok valiler bize karşı idi. Hatta bazılarını tutukladık bile. Şimdi böyle bir zamanda millet, teşkilâtlanmış olarak kendi mukadderatını kollayıp koruyabilir. Bugüne kadar yaptığı gibi, ordudan yine teşkilât hususunda milleti faaliyete sokmasını rica edelim. Her köyde ve her nahiyede teşkilât kurulmalıdır. Zira her yerde istenilen çaba gösterilmiyor. Meselâ Sivas şehrinde bile teşkilâtımız kurulmamıştır. Mahalli toplantıları yoktur. Hatta bir büroları dahi yoktur. Bu gidişle bir ay sonra büsbütün eriyip gider. Sivas’ta mahalle teşkilâtı kurulmamıştır. Bu şehirde merkez heyeti olsaydı, bugün gösterdiği durum oluşmazdı. Sivas halkı bu konuda ordudan yardım rica eder.

Kazım Paşa: Millet, kolordulara emreder. Bendeniz millet tarafından rica kabul etmiyorum. (?)

Mustafa Kemal Paşa: Binaenaleyh Kolordular milleti bu işe sevk etmeye başlasın. Sivil idareye gelince: İstanbul Hükümeti ile eninde sonunda ya anlaşırız, ya da muhalif kalırız. Merkezi Hükümet millete muhalif kalsa bile sivil idare memurları milletin kuvveti karşısında direnme fikri beslemesin.

Bunun için milletin emellerine aykırı icraatta bulunan bir hükümetin sözü memurları nezdinde geçerli olamasın. Bu, bir milli amaç olmalıdır. Sivil idare amirleri yalnız milli emellere baş eğilmesi gerektiğini bilmelidirler. Buna inanmayan memurları görevlerinde bırakmaktan ancak zarar doğar. Meselâ, Ferit Paşa Kabinesi kanun ve nizamlara aykırı emirler verdi. Bazı idare amirleri bu emirleri yaptı. İşte bu tarzda hareket eden vali veya mutasarrıflar bizim için zararlıdır.

Rauf Bey: Fakat her yerde bu emirleri doğruluğuna inanarak yapmadılar; geçim derdini ileri sürdüler.

Mustafa Kemal Paşa: Ama hiç kimse, hiçbir vakit kendi boğazını doyuracak diye millet ve memlekete zararlı bir menfaatin aleti olamaz. Kaymakamlardan da, köylerden yukarıya doğru teşkilât kurulması yolunda çaba harcamalarını rica edelim. Bunu yapacaklarına şüphemiz yoktur. Acaba bize karşı çıkan memur olursa ne yapalım?

(Belgelerle Türk Tarih Dergisi, S. 69, haziran 1973; Zikreden: Sadi Borak, Atatürk’ün Resmi Yayınlara Girmemiş Söylev, Demeç, Yazışma ve Söyleşileri, İstanbul 1997, s. 75)
#17 - Eylül 24 2008, 18:11:33
''Cehennem, başkalarıdır. ''

Atatürk’ün 28 Aralık 1919 tarihinde Ankara’ya ilk gelişinde verdiği söylevden


Efendiler !

Hepinizce bilinmektedir ki savaşın son döneminde Amerika cumhurbaşkanı Wilson, on dört maddeden oluşan bir programla ortaya çıktı. Bu program ulusların kendi alınyazılarını, egemenliklerini sağlıyordu. Programın on ikinci maddesi ise sadece Türkiye'ye, devletimize ve ulusumuza ilişkindir. Wilson bu madde ile Türkiye'nin, ulusumuzun tam egemenliğini elde etmesi gereğini ileri sürdükten sonra buna bir iki koşul da eklemiştir. Bu koşullar şunlardır: Aramızda yaşayan Müslüman olmayan toplulukların güvenlerini ve gelişme özgürlüklerini sağlamak... Bir de Boğazların açık bulundurulmasıdır.

Bütün Bağlaşık Devletler Wilson'un ilkelerini kendi çıkarları için uygun gördükleri gibi bizim devletimiz de bu on ikinci maddeyi kabulde hiçbir sakınca görmedi. Ve kabul etti. Gerçekten kabul edilebilecek bir ilkedir. Çünkü Mister Wilson'un istediği Müslüman olmayan toplulukların can ve malları ile her türlü hakları ve gelişme nedenleri için gereken her şeye aslında, öteden beri devletimiz ve ulusumuzca saygı gösterilmişti. Gerçekten, Gayrimüslim unsurların Osmanlı Devlet ve ulusunun kucağında elde ettikleri ayrıcalıklar, üç yüz yılı aşkın bir zamandan beri pek çok vardır. Bundan dolayı bu koşul bizim için yeni bir şey değildi.

Efendiler! düşmanlarımız, bizim için uydurdukları kara çalmalarını bir aralık Paris Konferansı'na da kabul ettirir gibi oldular. Belki bunun sonucu olarak daha savaş sırasında birbiriyle yaptıkları gizli antlaşmaların, alıp verdikleri sözlerin uygulanmasına başlanmıştı. İzmir, Antalya, Adana, Antep, Urfa ve Maraş'ı işgalleri hep bu karşılıklı yükümlenmeler sonucu olsa gerek. Oysa haktan, adaletten söz açan Bağlaşık Devletlerin bu gibi işlemlerde bulunmamaları gerekirdi; uygarlık ve insanlıktan söz edenlerden bu beklenmezdi.

Ancak, Efendiler! Her halde dünyada bir hak vardır. Ve hak gücün üstündedir. Şu kadar ki, ulusun haklarını bilip savunma ve korunması yolunda, her türlü özveriye hazır olduğuna ilişkin dünyaya bir inanç vermek gerekir. İşte düşmanlarımızın bu davranışı, ulusumuzu, bu anlayıştan, bu özveri duygusundan yoksun sandıklarından çıkmıştır.

Ancak, doğrusunu söylemek gerekirse, ateşkesten beri birbirini izleyen hükümetlerimizin ülkenin karşı karşıya kaldığı haksızlıklara karşı yanılgı ile ve akılsızca davranışları bize karşı yanlış düşünceleri pekiştirmeye yardımcı olmuştur. Örneğin, Tevfik Paşa, yurdumuzun bir bölümünü Ermenistan'a katmada bir sakınca görmemekteydi. Ferit Paşa, resmi demeçlerinde doğu illerinde geniş bir Ermenistan özerkliğinden söz ettiği gibi, Paris'te de güney sınırımızın Toros olabileceğini söylemişti. Toros'un güneyinde Arapça konuşulduğunu sanıyor. Ve Toros'tan ta Antakya'ya değin olan bölgede Türklerin oturduğunu ve bin yıldan beri Türk kanıyla yoğrulmuş olduğunu bilmiyordu. İşte bu gibi hükümetlerin davranışları ve eylemleridir ki, ulusumuzun geçmişini unutmuş, ulusçuluğun ve özel uygarlıkların bağışladığı haklardan habersiz, kansız, uyuşuk bir ulus olarak tanınmasına yol açmıştır.

Aynı metinden:

Efendiler; Bir ulus varlığı ve hakları için bütün gücüyle, bütün düşünce ve maddi güçleriyle ilgilenmezse, bir ulus kendi gücüne dayanarak varlık ve bağımsızlığını sağlamazsa, şunun bunun oyuncağı olmaktan kurtulamaz.

Ulusal yaşamımız, tarihimiz ve son dönemde yönetim biçimimiz buna pek güzel kanıttır. Bu nedenle örgütlerimizde Kuvayı Milliye'nin etken ve ulusal iradenin egemen olması ilkesi kabul edilmiştir. Bugün, bütün dünya ulusları yalnız bir egemenlik tanırlar : Ulusal Egemenlik… Örgütün öteki ayrıntılarına bakacak olursak işe köyden ya da mahalleden, ve mahalle halkından, kısacası bireyden başlıyoruz. Bireyler düşünür olmadıkça, haklarını anlamış bulunmadıkça, yığınlar istenilen yöne, herkesçe iyi ya da kötü yönlere sürüklenebilirler. Kendini kurtarabilmek için her bireyin ülkenin alınyazısıyla kendisinin ilgilenmesi gerekir. Aşağıdan yukarıya, temelden çatıya doğru yükselen böyle bir kuruluş elbette sağlam olur. Kuşku yok, her işin başlangıcında aşağıdan yukarıya olmaktan çok, yukarıdan aşağı olması zorunluluğu vardır.

(Behçet Kemal Çağlar; Bugünün Diliyle Atatürk’ün Söylevleri, TDK yayını, Ankara, 1968, s. 11 vd.)
#18 - Eylül 24 2008, 18:13:34
''Cehennem, başkalarıdır. ''

Atatürk’ün, Ulusal Kongre Bildirisine ve Temsil Heyetine yapılan müracaata verdiği cevap


Altmış kadar derneğin, Milli Ahrar, Sulh ve Selâmet-i Osmaniye, Ahâli-i İktisat ve Sosyalist Birliği gibi siyasi partilerin ulus ve ülke yazgısını tam olarak kurtarmak amacıyla yaptıkları işlerden dolayı teşekkür ederiz. Söylentiler üzerine açıklamak gereği duyduğunuz görüşler bizce de önemli bulunmuştur. Bu gibi söylentilerin doğru olup olmadığını açıklığa kavuşturmak zor oluyor. Çünkü bir taraftan sizin de güya Çiftçi Derneği adı altında İttihat ve Terakki taklidi olan Teceddüt Fırkası’nın üyelerini milletvekili yaptırmak için Eskişehir, İzmit, Kastamonu, Kütahya, Bursa, Trabzon, Erzurum ve Sivas gibi mahallere birçok mektuplar ve hatta görevliler gönderdiğiniz ve hatta bazı kişilere Teceddüt Fırkası’nın aday listesini yolladığınız ve bu suretle birlik sağlamaya çalışan Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin ulusal örgütünde karışıklığa neden olmakta ve bugün kendi lisanınızla beğenmediğinizi söylediğiniz bir kurul oluşmasına çalıştığınız hakkında şikayetler olmuştur.

Ulusun seçeceği milletvekillerinin gerekli ahlâk ve nitelikleri taşımaları tabii ki bizce de, pek istenen bir konudur. Ancak, bu konuda denenmiş kimseleri tamamen tanımadığımız içindir ki işi doğrudan doğruya ulusun vicdan ve saflığına terk etmeyi gerekli bulduk.

Bu suretle ulusun oyunu kazanacak milletvekillerinden oluşacak kurula, ne içerden, ne de dışarıdan hiç kimsenin itiraza hak ve yetkisi olmaz. Bazı milletvekili adaylarının Kuvayı Milliye’den kazandıkları etkilerle seçilmeye çalıştıkları doğrulanmaya muhtaçtır. Temsil Heyeti’nin hiçbir yerde temsilcisi olmadığından bu yönde aldığınız haberler doğru değildir. Bu haberi verenlerin amacı Müdafaa-i Hukuk Cemiyetine mensup olan herhangi bir kişinin, milletvekili seçiminde yasaların verdiği hak veya görevi her ulus ferdi gibi kullanmakta olmaları ise, bu pek tabiidir.

Milletvekili seçimi hakkındaki bildirimizin verdiği güvenin gerçekleşmesi için bizden fiili hareket beklenirse bunda mazur olduğumuzu bildirmemize izin veriniz. Çünkü, teklifinizi yerine getirmek için seçimlere fiilen müdahale etmek lâzımdır. Halbuki cemiyetimiz, bir siyasi parti olmayıp bütün partilerin görüşlerine saygılı, ancak belirli amaçlar için ulusun birliğini sağlamaya yönelik bulunduğundan seçimlere özellikle fiilen müdahale halinde bir tarafa yakın ve diğer taraflara karşı durmayı kabul etmek gerekecektir ki bu da cemiyetin amacına aykırıdır.

Bugünkü hükümet de, cemiyetimizin milletvekili seçimine fiilen karışmamasını doğru bularak bunu heyetimizden talep etmiş ve bu yolda söz verilmiştir. Bu nedenle, milletvekillerinin seçimiyle oluşacak ve Millet Meclisinin bazılarının hoşuna gitmemesinden dolayı cemiyetimiz hiçbir sorumluluk kabul etmez.

Seçimlerde, ulusu aydınlatmak için siyasi partilere faaliyet meydanı açıktır. Böyle metru bir faaliyete karşı çıkanlar hakkında da, hükümeti yasanın gereklerini uygulamaktan kimse menedemez.

Cemiyetimiz adına yasa dışı fiil ve hareketlerde bulunanlar varsa, bu gibilerin nerede ve nasıl hareketlerde bulunduklarının bildirilmesi halinde cemiyetimizce önlem alınmakta gecikilmeyeceğine inanın. Bununla beraber telgrafınıza verdiğimiz cevap içeriğinin herkesçe bilinmesi fikirleri aydınlatmaya yarayacağından her ikisinin de gazetelere verilmesi rica ve buraca da yayınlanacağı arz olunur efendim.

Heyeti Temsiliye namına

Mustafa Kemal

(Prof. Dr. M. Tayyip Gökdoğan, Milli Mücadele Başlarken, II, s. 161-163’ten nakleden: Sadi Borak, Atatürk’ün Resmi Yayınlara Girmemiş Söylev, Demeç, Yazışma ve Söyleşileri, İstanbul 1997, s. 337-338)
#19 - Eylül 24 2008, 18:15:32
''Cehennem, başkalarıdır. ''

Atatürk’ün, 16 Mart 1920 tarihinde, İngiliz, Fransız, İtalyan Siyasal Temsilcilerine, Amerika Siyasal Temsilcisine, Bütün Tarafsız Devletler Dışişleri Bakanlıklarına ve Fransa, İngiltere, İtalya Millet Meclislerine verilmek üzere, İtalyan Temsilciliğine Anadolu ve Rumeli Müdâfaa-i Hukuk Temsilciler Kurulu adına gönderdiği Protesto metninden


Ulusal bağımsızlığımızı temsil eden Millet Meclisi ile birlikte İstanbul'da bütün resmi dairelere Bağlaşık Devletlerin erleri açıktan açığa ve zorla girmişlerdir. Bu arada, ulusal amaçlara uygun iş gören birçok yurtsever kimselerin tutuklanmasına da girişilmiştir. Osmanlı ulusunun siyasal egemenliğine ve özgürlüğüne indirilen bu son yumruk; hayatımızı ve varlığımızı, ne pahasına olursa olsun, savunmaya kararlı olan biz Osmanlılardan çok, yirminci yüzyıl uygarlık ve insanlığının kutsal saydığı bütün ilkelere; özgürlük, yurt ve ulus duygusu gibi bugünkü insan topluluklarının temeli olan bütün ilkelere ve bu ilkeleri ortaya koyan insanlığın genel vicdanına indirilmiş demektir.

Biz haklarımızı ve bağımsızlığımızı savunmak için giriştiğimiz savaşın kutsallığına ve hiç bir gücün bir ulusu yaşamak hakkından yoksun bırakmayacağına inanıyoruz. Tarihin bugüne dek yazmadığı nitelikte bir suikast olan ve Wilson ilkelerine göre düzenlenmiş bir Ateşkes Anlaşması ile ulusumuzu savunma araçlarından yoksun etmek gibi bir düzene dayanılarak yapıldığı için, ilgili ulusların şeref ve onurlarıyla da bağdaşmayan bu davranış üzerine yargıya varmayı, resmî Avrupa ve Amerika’nın değil; bilim, kültür ve uygarlık Avrupa ve Amerika'sının vicdanına bırakmakla yetinir ve bu olaydan doğacak büyük tarihsel sorumluluğa son olarak bir daha dünyanın dikkatini çekeriz. Davamızın hukuka uygunluğu ve kutsallığı, bu güç zamanlarda, Tanrıdan sonra en büyük desteğimizdir.

Mustafa Kemal

(Söylev, Atatürk, Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara, 1978, s. 302; Kemal Atatürk, Nutuk 1919-1927; Atatürk Araştırma Merkezi Yayını; Bugünkü Dille Yayına Hazırlayan: Prof. Dr. Zeynep Korkmaz, Ankara 1995, s. 285; 1927 baskısında s. 264 )

#20 - Eylül 24 2008, 18:16:42
''Cehennem, başkalarıdır. ''

Temsil Heyetinin 16 Mart 1920 Tarihli Genelgesi



Bütün İllere ve Komutanlıklara Genelge

Ankara, 16 Mart 1920


   1. Meclis-i Mebusan da dahil olduğu halde Babıali ve bütün hükümet daireleriyle beraber İstanbul, İngilizler tarafından cebren ve resmen işgal edilmiştir. Telgrafhaneler de işgal altında bulunduğundan resmi makamlara maruzatta bulunmak imkânı kalmamıştır. Bu şartlara göre, Anadolu, İstanbul ve resmi makamlarla muhabereden mahrum kalmıştır. Muhabere girişimi doğrudan doğruya düşmanları karşımıza çıkarmakta olduğundan dolayı da doğru değildir.
   2. Şu andaki durumu, gereklerine ve doğacak hal ve olaylara göre de milletçe birlikte alınması zorunlu olan önlemlerin alınması için bütün Osmanlı illerinde mülki memur başkanları ve askeriyenin Temsil Heyeti ile bağlantıyı korumaları ricasını bir vatan görevi sayarız. Temsil Heyeti merkezlerimiz de, doğal olarak mülkiye ve askeriye memurlarıyla iş birliği yaparak milli ve vicdani görevlerini ve ifaya hız vereceklerdir.
   3. İstanbul’daki olağanüstü hal, Anadolu’da Osmanlı Kanunlarının yürürlüğünü engellemeyeceğinden ve her ne şekilde olursa olsun alınacak önlemlere Osmanlı milleti uygarlık yeteneği özellikle dikkat çekici bulunduğundan kanun dışında hiç bir işlem yapılmaması ve bütün görevlerin özenle yapılması hayatımızın gereklerindendir.


Temsil Heyeti adına

Mustafa Kemal




(Yunus Nadi, Kurtuluş Savaşı Anıları; İstanbul, 1978, s. 284-285)
#21 - Eylül 24 2008, 18:17:35
''Cehennem, başkalarıdır. ''

Temsil Heyetinin 16 Mart 1920 Tarihli Güvenlik Genelgesi



Güvenlik Hakkında Genelge

Ankara, 16 Mart 1920


Bugünkü duruma göre milletimiz dünya uygarlığının insancıl duygularıyla, duyarlı vicdanlarından ve bütün İslâm aleminin manevi ortaklığından emin olmakla beraber, bir süre için dost olsun düşman olsun bütün resmi dış dünya ile geçici olarak ilişki kurulmayacaktır. Bu günler içinde vatanımızda yaşayan Hıristiyan ahali hakkında göstereceğimiz insancıl muamelenin değeri pek büyük olduğu gibi, hiç bir yabancı hükümetin fiili veya görünür himayesini görmeyen Hıristiyan ahalinin tam bir huzur ve dinginlikle hayatlarını sürdürmeleri, soyumuzun doğuştan sahip olduğu uygarlık yeteneğinin en kesin kanıtını oluşturacaktır. Vatanın yararına aykırı faaliyetleri olanlarla, ülkenin huzur ve güvenliğini bozanlar hakkında, hangi din ve milletten olduğuna bakılmayarak kanun hükümlerinin derhal ve şiddetle uygulanmasını ve yerel yönetimlere itaat ve yurttaşlık görevlerinde kusur etmeyenler hakkında da merhamet ve şefkatle muamele edilmesini özellikle, önemle arz ve konunun bütün ilgililere hızla tebliğini ve bütün millet fertlerine uygun araçlarla duyurulmasını rica ederiz.

Temsil Heyeti adına

Mustafa Kemal



(Yunus Nadi, Kurtuluş Savaşı Anıları; İstanbul, 1978, s. 285-286)
#22 - Eylül 24 2008, 18:18:20
''Cehennem, başkalarıdır. ''

Atatürk’ün, 19 Mart 1920 tarihinde İllere, Bağımsız Sancaklara ve Kolordu Komutanlıklarına Temsilciler Kurulu adına gönderdiği telgraf metni


Devlet başkentinin de Bağlaşık Devletlerce resmi olarak işgali; yasama, adalet ve yürütme gücünden meydana gelen ulusal devlet gücünü kırmış ve Millet Meclisi, bu durum karşısında görev yapamayacağını hükümete resmi olarak bildirerek dağılmıştır. Şu duruma göre devlet başkentinin korunmasını, ulusun bağımsızlığını ve devletin kurtarılmasını sağlayacak tedbirleri düşünüp uygulamak üzere ulusça olağanüstü yetki verilecek bir meclisin Ankara’da toplantıya çağırılması ve dağılmış olan milletvekillerinden Ankara’ya gelebileceklerin de bu meclise katılmaları zorunlu görülmüştür. Bunun için, aşağıda bildirilen yönerge gereğince, seçimlerin yapılmasını yurtseverliğinizden ve anlayışlılığınızdan beklerim:

   1. Ankara’da olağanüstü yetkili bir meclis, ulusun işlerini yürütmek ve denetlemek üzere toplanacaktır.
   2. Bu meclise üye olarak seçilecek kişiler, milletvekilleri ile ilgili yasa hükümlerine uyacaklardır.
   3. Seçimde, sancaklar seçim bölgesi olacaktır.
   4. Her sancaktan beş üye seçilecektir.
   5. Her sancakta, ilçelerden gelecek ikinci seçmenlerle sancak merkezinden seçilecek ikinci seçmenlerden ve sancak idare ve belediye meclisleriyle Müdâfaa-i Hukuk yönetim kurullarından; illerde, il merkez kurullarından ve il yönetim kurulu ile il merkezindeki belediye meclisinden ve il merkezi ile merkez ilçesi ve merkeze bağlı ilçelerin ikinci seçmenlerinden meydana gelecek bir kurulca belli günde ve bir oturumda seçim yapılacaktır.
   6. Meclis üyeliğine, her parti, dernek ve toplulukça aday gösterilebileceği gibi, her kişinin de bu kutsal savaşa edimli olarak katılması için bağımsız adaylığını istediği yerden koymaya hakkı vardır.
   7. Seçimlere her yerin en büyük sivil yöneticisi başkanlık edecek ve seçimin doğru ve yolunda yapılmasından sorumlu olacaktır.
   8. Seçim gizli oyla ve salt çoğunlukla yapılacak; oyları kurulun kendi içinden seçeceği iki kişi, kurul önünde sayacaklardır.
   9. Seçim sonunda, bütün kurul üyelerinin imza edecekleri, ya da kendi mühürleri ile mühürleyecekleri üç tane tutanak düzenlenecek; bir tanesi yerinde alıkonularak, öteki iki taneden biri seçilen kişiye verilecek, öteki de Meclise gönderilecektir.
  10. Meclis üyeliğine seçilenlerin alacakları ödenek, daha sonra meclisçe kararlaştırılacaktır. Ancak geliş yollukları, seçimi yapan kurulların zorunlu giderleri olarak uygun görecekleri tutarlar üzerinden, her yerin hükümetince sağlanacaktır.
  11. Seçimler, en geç on beş gün içinde Ankara'da çoğunlukla toplanmayı sağlamak üzere bitirilerek, üyeler yola çıkarılacak ve sonuç, üyelerin adlarıyla birlikte hemen bildirilecektir.


Mustafa Kemal



(Söylev, Atatürk, Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara, 1978, s. 305; Kemal Atatürk, Nutuk 1919-1927; Atatürk Araştırma Merkezi Yayını; Bugünkü Dille Yayına Hazırlayan: Prof. Dr. Zeynep Korkmaz, Ankara 1995, s. 288; 1927 baskısında s. 268 )
#23 - Eylül 24 2008, 18:20:08
''Cehennem, başkalarıdır. ''

Atatürk’ün 24 Nisan 1920 tarihinde, Mütarekeden Meclisin açılmasına kadar geçen zaman içindeki siyasi olaylar hakkında Meclisteki konuşması



Atatürk bu konuşmasında, ülkenin içinde bulunduğu durumu ve o güne kadar meydana gelen gelişmeleri anlatmış ve, Dahiliye Nâzırı Ali Kemal Bey’in, Mustafa Kemal’in Ordu Müfettişliği görevinden alındığına dair gizli genelgesi üzerine bütün il, sancak ve ilçelere,kolordulara, İkinci Ordu Müfettişliğine yazdığı telgrafı okumuştur:

“Padişahın istemesi ve devletin uygun görmesiyle kurulmuş olan 3. Ordu müfettişliği görevi üzerimde oldukça gerekli bütün emirleri vermekte devam edeceğimi, bunları yerine getirmemenin, ilgili makamı tarih önünde büyük sorumluluklara sürükleyeceğini bir daha bildirmek durumundayım.

Bundan başka ordu müfettişliği, devletin resmi bir işi olup, kişilerle hiçbir ilgisi olmayacağına göre bu ödevin gerektirdiği bağlanmaları ve yazışmaları korumak ve sürdürmenin bir kanun ödevi olduğunu ve bu bildirimin, Ali Kemal Bey’in genelgesinin yayıldığı bütün makamlara ulaştırılması gerektiğini ayrıca bildiririm.”

Atatürk, aynı konuşmada, Sadrazam Ali Rıza Paşa’ya yazılan telgrafı da aynen okumuştur. Bu telgraftan:

“Millet, şimdiye kadar işbaşına geçenlerin Anayasaya ve milli gayeye aykırı hareketlerinden üzüntü duydu. Bundan dolayı, meşru olan haklarını tanıtmak ve mukadderatını ehliyetli ve güvenilir ellerde görmek için kesin kararını verdi. Gereken sağlam girişimlere başladı. Düzenli bir teşkilâtı bulunan Kuvayı Milliye, milletin kesin iradesini tam olarak gösterme ve ispat etme kudretini elde etti.”

Aynı konuşmanın devamında;

“Ali Rıza Paşa, Erzurum ve Sivas Kongrelerini bilmezden geldi. “İnceleyip bilgi edinmemiz için ilkin bu kongrelerin kararları nelerdir bildiriniz” diye yazdı. Hepinizin bildiği o bildiriyi kendilerine gönderdik. Paşanın imzasıyla yeni kabinenin bu esasları bütünüyle benimsediği bildiriliyor, bu arada bizim bazı davranışlarımız da önlenmek isteniyordu. 23 günlük kesintinin giderilmesinden ve yeni bağlar kurulmasından sonra, Millet Meclisi seçimlerine ve hükümetin işlerine karışmamamız, aradaki anlaşmanın ilk koşulu gibi ileri sürülüyordu. Bizim verdiğimiz karşılığı olduğu gibi okursam durum daha iyi açıklanmış olacaktır:

“Yüce sadrazamlık katına

4 Ekim 1335 tarihli telgrafınıza göre Sivas Kongresi Temsil Heyeti adına size bildirilen teklifleri bütünüyle benimsemiş olduğunuzu anlamakla sevindik. Ancak, bizim de benimsememiz istenen bazı teklifler için gerekli gördüğümüz açıklamaları sıralamamıza izninizi dileriz. Hükümetin bütün işlerinde öncelik kanunlara uymak olduğuna göre, bizim heyetimizin de bu uygulamanın hakkıyla belirlemesini sağlamak biricik amacıdır. Son zamanda meydana gelen bütün uygunsuz ve kanunsuz işlerin sebebi Ferit Paşa Kabinesi idi. Bu kabinenin düşmesiyle sizlerin doğru dürüst davranacağınız umulduğuna ve bütün o eski yanlışları ve kötülükleri gidermek ilk göreviniz olacağına göre, işinize karışmamız söz konusu olamayacaktır ki ayrıca bunu yapmayacağımıza söz vermemiz gerekli sayılabilsin. Kaldı ki derneğimizin, bugünkü kabineye kanun hükümleri içinde gereken yardımları yapabilmesi, yardım için söz verebilmesi, ilkin bu kabinenin onu tanımasına, iyi karşılamasına, onun kuruluşunu haklı ve gerekli görmüş ve bunu kesin ve açık bir dille söylemiş olmasına bağlıdır. Böyle olmadıkça, dernekle yeni kabine arasında karşılıklı güven kurulamayacak ve belki de zaman zaman anlaşmazlıklar ve ayrılıklar baş gösterebilecektir.

İstanbul’la Anadolu’yu birbirinden ayırıp uzaklaştırmaya sebep olan, ne bizim heyetimizdir ne bizim delegesi olduğumuz ulustur. Sizin eski hükümetinizin Paris Barış konferansında bütünüyle doğu illerimizi özerk bir Ermenistan’a bırakmış olması, Torosları sınır alıp da iki-üç güney ilimizi sınır dışı bırakması, İstanbul’da ve bir çok ilimizde mütareke hükümlerine büsbütün aykırı işlemlere ve işgallere seyirci kalması, ulusal varlığını korumak ve kutsal haklarını savunmak için ayaklanan kongre üyelerini eşkıya, çete gibi tepelemeye kalkışması, asıl kendisi bir takım eşkıya toplayıp Sivas’taki kongreyi bastırmak için alçakça tedbirler alması, İstanbul’la Anadolu’nun birbirinden ayrılıp uzaklaşmasının nedenleri olmuştur.”

Atatürk, aynı konuşmanın bir bölümünde, Harbiye Nâzırı Cemal Paşanın, 9 Ekim 1919 tarihli telgrafına verilen cevabı okumuştur:

“Savaş sırasındaki başarısızlıklarla beceriksizlikleri ortaya çıkarılıp cezalandırılması yurdumuzda sorumluluğun büyükler için de, küçükler kadar tarafsızlık ve kesinlikle uygulanmakta olduğunu belirtmesi bakımından iyi sonuçlar verir ama, bu işi sadece kağıt üzerinde, göz boyamak için değil, zamanı gelince gerçekten ele almayı faydalı görüyoruz.”

(Behçet Kemal Çağlar, Atatürk’ün Söylevleri, TDK Yayını, Ankara, 1968, s. 44; Aynı telgraftan; Söylev, Atatürk, Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara, 1978, C.I, s. 149; Kemal Atatürk, Nutuk 1919-1927; Atatürk Araştırma Merkezi Yayını; Bugünkü Dille Yayına Hazırlayan: Prof. Dr. Zeynep Korkmaz, Ankara 1995, s. 140; 1927 baskısında s. 123)
#24 - Eylül 24 2008, 18:21:30
''Cehennem, başkalarıdır. ''

Milli mücadelede bir an önce başarılı olmak için subaylardan kıtalar oluşturulması, milletvekillerinin gönüllü kuvvetler oluşturmaları ve subayların yanlarındaki hizmet erlerinin alınması hakkındaki önerge nedeniyle, 12 Temmuz 1920 tarihinde meclisteki konuşmasından



…Üçüncü maddeye geçiyorum: Bu üçüncü madde, tamamı itibariyle, hepimizi ilgilendiren bir maddedir. İmza sahibi arkadaşlarımız, hepimize tavsiye ediyorlar ve diyorlar ki: Vatan savunmasının gerektirdiği işleri, öncelikle dikkate alalım ve bütün çalışmamızı buna yöneltelim ve pek çok kanunî şeylerle uğraşmayalım. Bu tavsiyeye ben, özellikle teşekkürlerimi sunarım. Yalnız bu sözlerimiz, uygulamada da görünmelidir. Fakat, üzüntüyle görüyorum ki, bu durum, uygulamada fiilen görünmüyor; o kadar görünmüyor ki, Refik Bey kardeşimizin izinleriyle belirtmek istiyorum, bu önergenin başında, elinde İç Tüzük maddesi olduğu halde meseleyi çözmeye girişmişlerdi. Demek oluyor ki, bazı konularda kanun hükümlerinin dışına çıkamayacağız.

(Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri I-III, AAM yayını, Ankara, 1989; C. I, s. 86 ve devamı)
#25 - Eylül 24 2008, 18:22:13
''Cehennem, başkalarıdır. ''

Atatürk’ün, 25 Eylül 1920 tarihinde, TBMM’de yapılan gizli oturumda, Sovyetler Birliğinin yardım önerisi üzerine yaptı??ı açıklamadan


MUSTAFA KEMAL PAŞA HAZRETLERİ -...Yalnız istediğiniz siyaseti anlayalım, demişlerdir. İstediğiniz adamlarla görüşebilirsiniz ve istediğiniz siyaseti takipte serbestsiniz, demişlerdir. Para veriyoruz, silâh veriyoruz, cephane veriyoruz. İlkbahara kadar fırkalar vaat ediyoruz. Hiç olmazsa bizi siyasetinizden haberdar ediniz dediler.

VEHBİ B, (Karesi) - Bir noktayı istirham edeceğim. Bendeniz demek istiyorum ki yalnız bize para, mühimmat, levazım göndersinler. Başka bir şey istemeyiz.

MUSTAFA KEMAL PAŞA HAZRETLERİ (Devamla) - Efendiler; her şeyde olduğu gibi belki ahlâkiyat noktai nazarından da kuvvet nazarı dikkate alınmalıdır. Arkadaşlıkta ve kardaşlıkta dahi kuvvet dengesini nazarı dikkate almak lâzımdır. Zayıf olan güçlü olanın mutlaka mahkûmudur:

İnsanlık, adalet, bütün prensipler, kurallar ikinci derecede kalır. Her şeyden evvel kuvvettir. Binaenaleyh bizim kurtuluşumuz için bize vuku bulacak yardımlar gayemizi ihlâl etmeyen, ki bağımsızlığın korunması için kendi kuvvetimize dayandığımızı ispat etmektir. Bize yardım etmek için gelecek kuvvetler bizi yutacak kadar olursa yutar. Bu sebeple vekilleriniz gayet dikkatli ve vesveseli; bu ciheti nazarı dikkatte tutmaktadırlar. Evet, bizim için hakikaten kuvvet, insan kaynağımız vardır. Daha fazla silâh; cephane paramız olursa kuvvetimizin iki üç mislini daha ikmal edebiliriz. Hariçten kuvvet gelmesine ihtiyacımız olmayabilir. Hatta ecnebî denilebilecek kuvvetin gelmesine o kadar lüzum yoktur. Meselâ Azerbaycan bağımsızlığını tam manasiyle istihsal ve istirdat etmiştir, İslâm’dır ve bize cidden kalbî ve vicdanî rabıtalarla merbuttur. Zaten ittifak yapacağız. Bizim için faydalıdır. Bizi yutmak isteseler de biz onları yutarız. Faraza Kafkasya’da İslâm kuvveti kendiliğinden teşekkül etmiş. Meselâ İslâm kuvveti olarak bir fırka veya iki fırka süvari gelirse makbule geçer. Bir defa İslâm’dırlar, yutmak istemezler. Bu cihet çok düşünülmektedir.

(TBMM Gizli Celse Zabıtları, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara, 1985, C.I, s. 135 ve devamı)
#26 - Eylül 24 2008, 18:22:47
''Cehennem, başkalarıdır. ''

Batı Cephesi, Birinci Gezgin Kuvvetler Komutanı Çerkez Ethem ve Kardeşi Tevfik’in Hareketleri Hakkında, 8 Ocak 1921 Tarihinde Meclis’teki Konuşmasından


…Yalnız şurasını arz edeyim ki, bu adamlar, Ethem ve Tevfik, bir aydan beri, iki aydan beri, uygulamaya geçirmek istedikleri emel peşinde bizi ve orduyu dahi biraz meşgul etmişlerdir. Bu meşguliyetler yüzünden, memleket ve millet hesabına çok büyük kayıplar olmuştur, çok fırsatlar kaybedilmiştir. İnşallah bundan sonra o fırsatları telâfi ederiz. (inşallah sesleri) Efendiler, amacımız meşrudur, başarıya olan inancımız sarsılmaz ve sapasağlamdır. Bu nedenle, içteki ve dıştaki düşmanlarımız ister çok, ister az olsun, girişimleri ne kadar yaygın olursa olsun, kesin başarı, son başarı, meşru bir amaç izleyenlerde kalacaktır.

(Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri I-III, AAM yayını, Ankara, 1989; C. I, s. 138- 147)
#27 - Eylül 24 2008, 18:24:38
''Cehennem, başkalarıdır. ''

Sadrazam Tevfik Paşanın, Londra’da toplanacak konferansa “kendilerine Ankara’ca yetki verilmiş olan delegelerin” de katılması için yazdığı telgrafa, Atatürk’ün, 28.1.1921 tarihinde verdiği cevap



“İstanbul'da Tevfik Paşa Hazretlerine,

Milli iradeye dayanarak Türkiye'nin mukadderatını elinde tutan meşru ve müstakil tek hakim kuvvet, Ankara'da, sürekli olarak toplanan, Türkiye Büyük Millet Meclisidir. Türkiye ile ilgili bütün meselelerin çözümünde ve her türlü dış ilişkilerde başvurulacak tek yer, yalnız bu Meclis'in hükümetidir. İstanbul’daki herhangi bir heyetin, hiçbir bakımdan meşru ve hukuki bir durumu yoktur. Bundan dolayı, böyle bir heyetin kendine hükümet adını vermiş olması, milletin hâkimiyet haklarına açıkça aykırıdır ve bu ad altında memleket ve milletin hayatı ile ilgili konularda, dışarıya karşı kendini muhatap göstermesi uygun görülemez. Heyetinize düşen vatan ve vicdan görevi, derhal gerçeğe ve duruma uyarak, millet ve memleket adına meşru ve muhatap hükümetin Ankara'da olduğunu kabul ve ilân etmektir. Millet ve memleketimiz adına meşru yetkiye sahip hükümetin Ankara'da olduğunun İtilâf Devletleri'nce anlaşılmış olduğu şüphesiz bulunduğu halde, adı geçen devletlerin bu görüşlerini açıkça belirtmekte gecikmeleri, İstanbul’da aracı bir heyetin varlığının kendileri için yararlı olabileceğini sanmaktan ileri gelmektedir.

Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti, barış ve güvenliği büyük bir ciddiyet ve samimiyetle arzu ettiğini ve yalnız millî haklarının tanınmasını istemekten ibaret olan şartlarını defalarca ilân etmiş; bu hakların onaylanması halinde, teklif edilecek görüşmeleri kabule hazır olduğunu bildirmiştir. İtilâf Devletleri, Londra'da toplayacakları konferansta, Doğu meselesini hak ve adalet ölçüleri çerçevesinde çözmeye karar vermişlerse, davetlerini Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümetine doğrudan doğruya yapmalıdırlar. Yukarıdaki şartlara uygun olarak yapılacak davetin, Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti tarafından iyi karşılanacağını tekrar bildiririz. Saat 00.30.”

TBMM Başkanı

Mustafa Kemal

(Kemal Atatürk, Nutuk 1919-1927; Atatürk Araştırma Merkezi Yayını; Bugünkü Dille Yayına Hazırlayan: Prof. Dr. Zeynep Korkmaz, Ankara 1995, s. 378; 1927 baskısında s. 345)
#28 - Eylül 24 2008, 18:25:14
''Cehennem, başkalarıdır. ''

Atatürk’ün 1 Mart 1921, TBMM 1. Dönem 2. Yasama Yılı Açış konuşması


Atatürk, 1 Mart 1921 tarihinde TBMM’nin 1. Dönem 2. Yasama Yılı Açış konuşmasında, dış ve iç olayları özet olarak hatırlattıktan sonra, hukuk alanındaki gelişmelere değinmiştir:

“Efendiler,

Mücadelenin önemini anlayan milletimiz bütün gücü ile büyük bir çaba göstermiş, memleketin bütün parasal ihtiyacını sağlayacak ümit vaat eden fikirleri sunmuşlardır. Milli işlerde, ülkemizde önemli bir olay böylece çözümlenmiş, az çok denk bir bütçe hazırlanması başarılmıştır. Ülkemizde iktisadi konuların nitelik ve önemi bilinememekle birlikte, yüce Meclisiniz ülkenin gelir kaynaklarına sahip olması için prensipler koymuştur. Ateşkesten sonra, yabancılar gelir kaynaklarımıza tümüyle el koymak için girişimlerde bulundular, İstanbul’daki zorbaların sözlerine dayanarak, maden aramak için gerekli izin belgelerinin verilmesini yasakladılar. Biz, memleketin bütün varlık kaynaklarına sahip olarak ihracat ve ithalât arasındaki dengenin sağlanması ve üretimin gideceği yere kolayca ulaşması için, yolların düzeltilmesini ve ulaşıma açık tutulmasını sağlamaya çalıştık. Milli eğitim, genel sağlık, nüfus ve kalkınma yönlerinde pek göze görünür sonuçlar henüz alınamadı. Ancak, bu konularda iyi sonuçların açık bir şekilde görülebilmesi için ortam, süre, araç ve çok sayıda paraya ihtiyaç olduğu kabul edilmelidir. Bununla birlikte, ülkenin ve milletin en gerekli ihtiyaçlarının sağlanması yolları araştırılmakta ve incelenmekte olup, yakın bir gelecekte memnuniyet verici bir sonuç elde edilebilmesi için bir ortam yaratılmasına çalışılmaktadır. Yüce Meclisin kurduğu istiklâl mahkemeleri sayesinde, süratli ve adaletli bir biçimde birçok kötü tutumlara son verilmiştir. Bu gün memleket, medeni kanunlarla ve sabit mahkemelerin kurulmasıyla asayişe hükmeden bir duruma getirilmiştir.”

Aynı konuşmadan:

“Efendiler, Komisyonlara çeşitli olaylarla ilgili kanunları da içeren 703 iş yollanmıştır. Bunlardan 422’si komisyonlardan çıkmıştır. 281’i yeni yıla devredilmiştir. Bundan başka, yüce heyetinizin ilgilendiği olayları izlemeniz sonucu önemli bulunan konularda ayrıca 111 adet önerge verilmiş ve bunlar Bakanlar Kuruluna havale olunmuştur. Bunların, yürütme işlerini izlerken gösterilen dikkati ispat etmesi nedeniyle olağanüstü önemi vardır. 122 önerge ile Bakanlar Kurulunun sorular sorulmuş ve gensoruda bulunulmuştur. Arkadaşlar, yüce heyetinizin bu Meclisle ilgili olan bu çalışmalarından başka doğrudan doğruya şerefli arkadaşlarımızdan birçokları yüce meclisiniz adına devlet görevlerine de fiilen katılarak vatan görevlerini yerine getirmeye çalışmışlardır. Kısaca özetlemek gerekirse, arkadaşlarımızdan bir kısmı elçiliklere atanmışlardır; bir kısmı doğuda ve batıda heyetlerde delege olarak en önemli siyasi konular ile uğraşmışlardır. Ve yine arkadaşlarımızdan bir çokları orduların, kolorduların, birliklerin, kıtaların başında olarak düşmanlarla çarpışmışlardır ve çarpışıyorlar. Ve yine seçkin arkadaşlarımızdan bir kısmı er olarak cephelere gitmiş olan askeri kıtaların içinde düşmanlarla savaşmışlardır. Arkadaşlarımızdan bir kısmı da istiklâl mahkemelerinde adliye işleri ile uğramıştır. Yine bir kısım arkadaşlarımız memleket içinde önemli hükümet olaylarının soruşturulması için görevlendirilmişlerdir. Pek çok arkadaşlarımız millete doğru yolu göstermek ve aydınlatmak için yorucu geziler yapmışlardır. Çoğu kez ordu cephelerini isteklendirme ve gayretlendirme için dolaşmışlardır. Doktor olan arkadaşlarımız savaş meydanlarında yer almış olan askerlerimizin tedavilerini hemen acil olarak yapmışlardır. Üyelikle memurluğun aynı anda yapılmasına kanunen sakınca bulunmadığı zamanlarda da birçok arkadaşımız valiliklerde, mutasarrıflıklarda, kaymakamlıklarda bunun gibi adli ve mülki memuriyetlerde bulunmak suretiyle, Devletin işlerine katılmışlardır.”

(Millet Meclisi Tutanak Dergisi . 1, C. 9, s. 2)
#29 - Eylül 24 2008, 18:26:14
''Cehennem, başkalarıdır. ''

Atatürk’ün 6 Temmuz 1921’de, İtilâf Kuvvetleri Başkomutanı General Harrington’ın mektubuna verdiği cevap



Zonguldak’a göndermiş olduğunuz mektubun tercümesini, bugün Ankara’ya bildirdiler. Aramızda yapılacak görüşmelerin bir yanlış anlama temeline dayandırılmaması için aşağıdaki noktalara dikkatinizi çekmeye mecburum. 13 Haziran tarihinde Binbaşı Henry ve arkadaşları İnebolu’ya gelerek, zatı âlilerinin, Binbaşı Henry aracılığı ile Refet Paşa’ya teklif edilmiş olan esaslar üzerinde benimle görüşmek istediğinizi bildirmişlerdir. Nitekim, bu noktalar Binbaşı Henry tarafından size yazılan ve imzalı bir sureti de bize bırakılmış olan mektupta bildirilmiştir. Aramızda doğrudan doğruya yapılan haberleşmenin başlangıcı bundan ibarettir. Milli isteklerimiz sizce bilinmektedir. Milli topraklarımızın düşmanlardan tamamıyla kurtarılması, milli sınırlarımız içinde siyasi, mali, iktisadi, adli ve kültürel alanlarda tam bağımsızlık ilkesi kabul edildiği takdirde, görüşmelere başlamaya hazır olduğumuzu bildiririm. Size, Binbaşı Henry tarafından açıklanan sebepler dolayısıyla, görüşmelerin, sizin çok iyi karşılanacağınız İnebolu kasabasında ve karada yapılması bizce uygun görülmüştür. Bu noktalarda aramızda görüş birliği olup olmadığını belirtecek cevabınızı bekliyorum. Yüksek maksadınız, sadece durum hakkında bilgi almak ise, bunun için arkadaşlarımızdan birini görevlendirebiliriz.

(Nutuk, Kemal Atatürk, Bugünkü dille yayına hazırlayan: Prof. Dr. Zeynep Korkmaz, Ankara, 1995; s. 436)
#30 - Eylül 27 2008, 13:57:05
''Cehennem, başkalarıdır. ''

Atatürk’ün, Kazım Karabekir’e 25 Temmuz 1921’de yazdığı telgraf



“...Anayasanın yapılmasında acele sayılan hareket tarzının gerekçesi, bütün dünyada ve memleketimizde hissedilen halkçılık cereyanını esaslı şekilde üzerinde tesbit ile bu konudan başka, karışıklığa da yer verilmemek, aynı zamanda asırlardan beri devamlı olarak ehil olmayanlar elinde kötüye kullanılan milli hukuku korumak için bu hukukun esas sahibi olan millete de söz hakkı tanımak ve bu yüksek fikrin gelişmesi için bugünkü mevcut şartlardan yararlanmaktır. Kanunun uygulanabilmesini ölçmek için de, bu işle uğraşmaya fırsat bulacakların azimlerini ve yönetme yeteneklerini değerlendirmek gerekir. Türkiye’nin başında İslâm Halifesi olacak ve bir hükümdar Sultan bulunacaktır. Söz konusu olan mesele, hükümdarın hukuku olup, bunun belirlenmesi ve sınırlandırılması için son bir kaç yüzyılın tecrübeleri ve devlet kavramındaki millet hukukunun gerçek anlamı etkili olmalıdır.”

(Kâzım Karabekir; İstiklâl Harbimiz, İstanbul, 1988; s. 938; Atatürk’ün Tamim Telgraf ve Beyannâmeleri, Ankara 1991, s. 408 ve devamı)
#31 - Eylül 27 2008, 13:58:00
''Cehennem, başkalarıdır. ''

Atatürk’ün Bakanlar Kurulunun Görev Ve Yetkisini Belirten Kanun Teklifi Münasebetiyle 1 Aralık 1921 (1337) tarihinde TBMM’de yaptığı konuşmadan



Efendiler! Bu gerekçe dikkatle incelenirse, bazı noktaların cidden özel bir zihniyetin bileşkesi olduğunu görürüz. Bu ifadenin, bir noktasını alıyorum: Bunu yapan encümen üyesi arasında vuku bulan ilk tartışmalarda Bakanlar Kurulunun bağlı olduğu hükümetin şekil ve konumunun açıklanması ve devletin yüce kuvvetlerinin buna göre dağıtılması düşünülmüştür. Aralıksız tartışmalardan sonra bu noktayı halledemeyerek karanlık bırakmışlardır. Gerçek böyle midir, efendiler? Varlığınız muğlâk mıdır, şüpheli midir, efendiler (hayır sesleri) Haşa! Şeklinizin yasallığı ve meşruluğu karanlık mıdır efendiler? Bunu söylemek için cesaret lâzımdır efendiler. Bu, kesinlikle reddedilmelidir, gerçekten reddedilmelidir efendiler. Bunu nasıl söyler bir arkadaş!

Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti vardır, meşrudur ve yasaldır. Bunu bütün ulusumuz tanımıştır. Ve bütün dünya tanımıştır! (alkışlar) İşte böyle bütün dünyaca tanınmak övüncüne sahip olan yüce hükümetiniz birçok uygar hükümetle siyasi ilişkilere girişmiştir. Esaslı sözleşmeler, siyasi anlaşmalar yapmıştır. Sizin yerinize imza eden kişinin imzasını ebediyyen geçerli tutmaya söz vermiştir (alkışlar). Şekli, konumu, niteliği bilinmeyen bir hükümet karşısına hangi uygar devlet geçer efendiler? Hangi uygar devlet onların sözüne güvenir efendiler? Halbuki bu olmuştur! Tarihe geçmiştir! Ve daima kalacaktır! (İnşallah sesleri) Efendiler, gerçekten var olan Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümetinin şekli ve konumu, niteliği, yasal, bilimsel ve gerçek olarak, açık bir şeydir. Fakat böyle olmakla beraber, mademki bu bir belgedir ve cihanda okunmuştur ve bundan doğan birtakım fikirler vardır; o halde bütün bunları söylemek gerekir! Efendim içinizde yasa adamı çoktur! Sorarım, bir hükümetin oluşması için gereken eylem nedir? İzninizle ben tekrar edeyim; bu eylem, yasa yapmak ve yasayı uygulamaktan oluşmuş bir karma eylemdir! Egemenlik işte bu eylemlerden birincisini kullanarak yasayı yapar, yani “hükümet şekli böyle olacaktır” der. İşte o, bir yasadır. Egemenliğin bu ifadesi bir yasadır. İnsanlar, işte bu yasaya göre kabul edilen hükümeti yönetecek kişileri seçer. İkinci eylem bir yasa değildir. Fakat yasanın doğal sonucu, hükümetin görevidir.

Efendiler, bu gerçeği kendi şeklimize uygulayalım: Bu hükümet nasıl oluşmuştur? Pekâlâ biliyorsunuz ki ulusal egemenliğimiz, kendini tehdit eden engelleri kaldırdıktan sonra gerçekleşti. Bunun gerçekleşmesiyle bu kuvvetin, bu egemenliğin gerçek sahibi olan ulusumuz ve bu ulusu oluşturan bireylerin her biri kendi kendine, kalbinden ve vicdanından, nasıl yönetilmek gerektiğini düşündü. Ve düşünür. Daima böyledir. Asıl ve gerçek yasa işte böyle yasalara denir efendiler! O zaman ulusa, “kayıtsız şartsız egemenliğinizi ve iradenizi elinizde tutmanız gerek ve bunun için sizi temsil edecek kişileri bir araya getirerek bir meclis toplayınız ve bu meclis kayıtsız şartsız ülke ve ulus çıkarına, görevine el koyacaktır” dendi. Ulus bu öneriye, fiilen cevap vermekle o öneriyi kabul etti ve onayladı. Gerçekten yüce meclisinizi oluşturan üyelerin her biri bu saydığım görevlerle buraya geldi. Ve hükümet kuruldu. Hükümet yüce heyetinizdir ve yüce heyetiniz bütün kuvvetleri kayıtsız şartsız bizzat kullanır. Yüce heyetiniz toplandıktan sonra ulusun size vermiş olduğu görevi ve bundan dolayı varlık nedeninizi, görevinizin niteliğini bir defa daha düşününüz. Hepinizin hatırlarsınız ki, zannederim ikinci toplanmamızda üç dakika devam eden alkışlar arasında, oybirliğiyle kabul ettiğiniz esaslar bunlardı! O halde şekil ve niteliğimiz vardır, yasaya ve İslâm’a tamamen uygundur. Bunun şekli yoktur, konumu yoktur, şüphelidir demek elbette uygun olamaz.

Fakat belki arkadaşlarımızdan bazılarıyla mazbata muharriri beyefendinin söylemek istediği başka bir şeydir. Yani: “Bu hükümet demokrat bir hükümet midir, sosyalist bir hükümet midir, yani şimdiye kadar okuduğumuz kitaplarda ismi zikredilen hükümetlerden hangisidir?” buyurdular! Efendiler bizim hükümetimiz demokratik bir hükümet değildir, sosyalist bir hükümet değildir. Ve gerçekten kitaplarda var olan hükümetlerin, bilimsel niteliği bakımından, hiçbirine benzemeyen bir hükümettir. Fakat ulusal egemenliği, ulusal iradeyi gerçekleştiren bir hükümettir, bu nitelikte bir hükümettir! Bilimsel açıdan bizim hükümetimizi ifade etmek gerekirse “halk hükümeti” deriz. Anayasamızın birinciden dördüncüye kadar olan maddeleri hükümetin ne olduğunu, kimin tarafından yönetildiğini, yöneten heyetin kuvvet ve görevini düzenlemiştir.

Fakat sistem bakımından dahi düşündüğümüz zaman, biz hayatını, bağımsızlığını kurtarmak için çalışan, zavallı bir halkız! Niteliğimizi bilelim. Kurtulmak, yaşamak için çalışan ve çalışmaya mecbur olan bir halkız! Bundan dolayı her birimizin hakkı vardır. Görevi vardır. Fakat çalışmak sayesinde bir hakkı kazanırız. Yoksa arka üstü yatmak ve hayatını çalışmadan geçirmek isteyen insanların bizim topluluğumuzda yeri yoktur, hakkı yoktur! (alkışlar) O halde ifade ediniz efendiler! Halkçılık, toplumsal düzenini, çalışmasına, hukukuna dayandırmak isteyen bir sistemdir. Efendiler! Biz bu hakkımızı ve bağımsızlığımızı koruyabilmek için hepimizi, ulusumuzu mahvetmek isteyen emperyalizme karşı ve bizi yutmak isteyen kapitalizme karşı ulusal savaşımı doğru bulan insanlarız. Bundan dolayı bu ve bu gibi açıklamalarla hükümetimizin dayandığı esasın, toplumsal bilimlere dayanan bir esas olduğunu açıkça görürüz! Fakat ne yapalım ki demokrasiye benzemiyormuş, sosyalizme benzemiyormuş, hiçbir şeye benzemiyormuş! Efendiler biz benzememekle ve benzetmemekle iftihar etmeliyiz! Çünkü biz bize benziyoruz efendiler (alkışlar)!

Fakat Efendiler! Yüce meclisiniz böyle bir karardan çok önce, diğer bir karar almıştır. Onu bazı nedenlerle ve özellikle mazbata muharriri bey kendileri ifade buyurdular ki: “Hilâfet makamı ve saltanatı işgal eden kişiler her türlü cebir ve tehditten uzak olarak kendilerini ulusun samimi kucağında gördüğü gün, yalnız ve ancak yüce heyetinizin belirleyeceği esaslar dairesinde meşru konumunu alacaktır” ifadesinden ibarettir. Elbette yüce heyetiniz bu kararı aldıktan sonra efendiler, bu eski kitabın baş tarafındaki hukuku ifade eder diye söz konusu olan bu maddelerin tartışmadan kesinlikle uzak olduğunu söylemek gerekir. Ve bunun aynen kalmasını ifade etmek doğru bir şey değildir. Bu, sizin kararınıza aykırıdır. Her halde efendiler, bu maddeler, yüce heyetiniz tarafından zamanında dikkatle tartışılacak ve gereken şekil ve sureti bulacaktır.

Yalnız beyefendi hazretleri bu hatayı düzeltirken ikinci bir noktaya değindiler ki, başlı başına o nokta dahi söz konusu edilmeye değer. Efendiler, mazbata muharriri beyefendi bu yazıları buraya yazmak ve bu görüşü belirtmek için bir duygunun etkisinde olduklarını itiraf ettiler. Ve bu görüşleri de, bugün gördüm, gazete sütunlarına geçmiş ve dünyaya malûm olmuştur. Bu noktayı iki yönden değerlendireceğim: Bir defa mazbata muharriri beyefendi bu eserin birtakım duyguların etkisinde yapılmış olduğunu söylediler.

Efendiler, uzmanlarca iyi bilinir ki, yasa koyan insanlar birtakım seçkin niteliklere sahip olmak zorundadır. O niteliklerden birincisi şudur efendiler: Yasa öneren, yasa yapan, bir insan, insanlığın bütün duyguları, bütün hırslarının herkesten daha çok bilincindedir. Fakat nefsini herkesten fazla ve tamamen, bunlardan soyutlamak yeteneğine sahip olmalıdır (alkışlar). Bu seçkin niteliklere sahip olamayan insanlar toplum için yasa yapmak hak ve görevinden yasaklanmıştır. Efendiler! Yasalar duygulara dayanarak yapılamaz. Yalnız bu sebepten dolayı duygulara bağlanan bu eserin yüce meclisinizce dikkate alınmaması ve söz konusu olmaması lâzım gelse yeri vardır.

Aynı metinden:

“Seydülkavmi hâdimihüm” buyurmuşlardır. Ulusa efendilik yoktur. Hizmet vardır. Bu ulusa hizmet eden onun efendisi olur. Efendiler! İnsanlık tarihinde, dünya tarihinde Osmanlı Devletini ulusumuza dayanarak kurmuş olan değerli bir sülâleye de ulusumuz derin tarihî hatıraları ile saygı duyar. Fakat bu saygısı, kendisine efendi bulmak ve aramak için değildir. Ulus ona ancak yasal, meşru konumunu verir (alkışlar). Ve egemenliğini bizzat korur (alkışlar).

Aynı metinden:

Mazbata Muharriri beyefendi buyurdular ki: “Bu yasayı yaparken pürüzsüz bir yürütme organı yapmak ve bunu başarabilmek için de meşrutiyet teorisine dayanmayı düşündük. Meşrutiyet teorisi demek kuvvetler ayrılığı demektir. Yargı, yasama ve yürütme kuvvetlerinin ayrılmasıdır. Meşrutiyetin varlığı bu üç kuvvetin ayrı ayrı bağımsız olarak yönetilmesine bağlıdır.

“Bundan dolayı bu üç kuvvet ayrı ayrı bağımsız olarak uygulanmalıdır. Çünkü bir hükümet oluşturabilmek için kuvvetler ayrılığı daha iyidir” buyurdular. “Zira kuvvetler ayrılığında zorbalık yoktur. Kuvvetler birliğinde zorbalık vardır”. Beyefendi sonraki beyanında maksatlarının kuvvetler ayrılığı olmayıp görev dağıtım ve bölüşümünden ibaret olduğunu ifade buyurdular. Buna göre artık bu nokta üzerinde söz söylemek gerekmeyeceği hatırdadır. Yalnız bu kadarla kalacak ise doğrudur. Fakat daha üst tarafına bakalım: Bu yasa, meşrutiyet teorisine dayandırılmıştır. Mademki meşrutiyet teorisine dayanan bir yasadır, meşrutiyet teorisinde kuvvetler ayrılığı vardır. Bunu inkâra mahal yoktur. Ve bunu yorumlamak teorinin asli unsurları arasındaki bağı ve ilgiyi kaldıramaz. Meşrutiyet teorisini koyanlar, kuvvetleri bölmekle bu çareyi bulmuşlardır. Biz ona görev dağılımı da desek teorinin kavramı aynı olur. Eğer kuvvetler ayrılığı demekten beyefendi vazgeçmişlerse o halde meşrutiyet teorisini de bertaraf etmiş olurlar. Bu nedenle bu yasanın dayanağı olan bu teori iptal edilmiş olunca bu tasarı hiçbir gerçeğe yaklaşmamış olur. Ve hiç bir gerçeğe dayanmayan bir yasa da olamaz.

Gerçekte efendiler, tabiatte efendiler, âlemde efendiler kuvvetlerin bölüşümü yoktur. Yani ulusal irade ile ifade ettiğimiz kuvvette, kuvvetler bölüşümü yoktur. Bunu, izin verirseniz açıklamak için, hükümet ve yönetim kelimelerine dayanacağım. Uzun uzadıya açmayacağım; yalnız şu noktaya dikkatinizi çekeceğim ki hükümet denilen kavram, yönetim denilen şeyden daha az önemli ve daha az bağımsızdır. Ne kadar kargaşa çıkmış ise o kargaşa esnasında hükümet düşürülmüştür. Fakat yönetim devam etmiştir. Bir gün bile durmamıştır. Ve hükümet daima çeşitli şekiller almıştır. Bunu gören ve bunu inceleyen birtakım dâhiler daha o zamanlar bu hükümet denilen şeklin özellikle başına geçmiş olan şahsın bir keyfi veya miskin bir kuvvet olduğuna göre, büsbütün işe yaramaz bir sakıncadan başka bir şey değildir demişler.

Bundan esinlenerek, asıl yönetim kuvvetini kararlı bir hale koymaktan söz edilmiştir. Ve bu bahsedilen şeye de hattâ Frenkçe isim vermişlerdir. Substratum administrative... Ve bunun, insanlığın saf mutluluk ve gerçek güvenini sağlayan bir yönetim şekli olacağını tarihler kaydetmiştir. Bu noktada da fazla açıklama yapmayayım, yalnız Frenkçe söylenen sözlerin nasıl ifade etmek gerektiğini düşününüz. Bu ne demektir? Efendiler! Benim incelememe göre bu “Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti” demektir (alkışlar). Şimdi kuvveti incelemek istiyorum. Mademki yönetim hükümetten daha esaslı bir şeydir. Bundan dolayı onu ele alalım. Efendiler! Yönetim, bildiğiniz gibi, genel kuvvetle genel hizmetleri ifa eden bir cihazdır. Bunda üç organ görürsünüz: Kuvvet, örgüt, görev!.. İşte efendiler irade, egemenlik vesaire dediğimiz kuvvet bu kuvvettir, fakat bu kuvvetin bölüşümü kabul edip etmediğini de açıklamak için, izin verirseniz az daha geriye gideceğim.

Bu kuvvetin kaynağı nedir? Bilinir veya bilinmek gerekir ki -çünkü bu noktada inanç, görüşler ve bilimsel yaklaşımlar farklıdır- insanlar zorunlu olarak toplumsal yeteneği olan yaratıklardır. İnsanlar zorunlu olarak beraber yaşamak ihtiyacında yaratılmıştır. Bundan dolayı, beraber yaşamakta olan insanlar bir toplum oluşturur ki bu toplum kendisini oluşturan kişilerin kuvvetlerinin toplamıdır. Ve işte irade, egemenlik denilen kuvvet bu kuvvetten ibarettir; işte bu kuvvet toplumun kuvvetidir; ve bu kuvvet toplumu oluşturan her ferdin ayrı ayrı kuvvetinin üstündedir. Belki bu ifademden bu kuvvetlerin maddi bir şey olacağı zannedilir! Kuvvetleri toplayarak bir bileşke bulmuş oldum. Evet isterseniz maddi telâkki edin; fakat bu maddiyetin içinde mânevi bir kuvvet vardır. Efendiler, bunu da açıklayayım. Bir toplumun içinde beraber yaşamak zorunluluğundan dolayı ortak bir toplum duygusu vardır. Mânevi olan bu duygu, bir kuvvet oluşturur. İşte bu ortak manevi kuvvet demin açıkladığım gibi o kuvvetle beraberdir, ayrı bir şey değildir.

Efendiler! Bu kuvvet zamanla ve insanların ilerlemesiyle yükselir, ve ulusal irade, ulusal egemenlik bu kuvvetten ibarettir. Efendiler, işte hükümet kavramı bu kuvvetin derecesinden çıkar! Şimdi sorarım efendiler, bu kuvvet ayrılabilir mi ve devredilebilir mi? Buna verilecek cevaplar evettir. Bu kuvvet bölünebilir. gerçekten bir toplumu oluşturan bireylerin kuvvetlerinin bileşkesi olan bir kuvveti bölmek istediğimiz zaman o toplumu oluşturan insanları parçalamak gerekir ki, bir kuvvet bileşkesi olan bir toplumu parçalamadan, dağıtmadan onların kuvvetini dağıtmanın imkânı yoktur.

Bu kuvvet devredilebilir mi? Efendiler, evet devredilebilir. Fakat bunun için o kuvvetin sahibi olan toplumun felç edilmesi şarttır. Ve tembelliği kabul etmesi şarttır. Kuvvetini herhangi bir yere veren, kuvvet kullanmayan bir birey, felçli bir organdır. O halde böyle dememek lâzımdır. Bir siyasi varlığı oluşturan toplumun toplanma bilinci olan bu kuvvet, ulusal irade ve egemenliği denilen bu kuvveti devretmek doğru mudur? Doğrudur. Halbuki, toplum bir siyasi varlığa dönüştükten sonra ise bu mümkün değildir. Mümkün olması, siyasi varlığın dağılmasına bağlıdır. Efendiler! Ulusal irade, ulusal egemenlik denilen kuvvetin bölünemez ve ayrılamaz olduğu açıkça anlaşılıyor. Şunu da ilâve edeyim ki; bütün yasa koyucular, bütün bilim adamları bu teoriyi kanıtlamışlardır. Bir toplumun kuvvetinin kaynağı kendisidir, bir toplumun bu kuvvetinin kullanılacağı yer de, o toplumun kendisidir.

Halbuki, ne yazık ki efendiler, bendenizce eski denilmesi gereken kitaplarda bu kuvvetler ayrılığı vardır. Efendiler! Ben size şimdi ispat edeceğim ki; meşrutiyet gayri tabiî, yasa dışı ve gayri meşrudur. Dünyada hükümet için, meşru yalnız ve tek bir esas vardır. O da danışmaktan ibarettir. Hükümet için esas şart, ilk şart yalnız ve yalnız danışmaktır efendiler (sürekli alkışlar)!

Efendiler, meşrutiyet teorisini bulan filozoflar gerçekten kuvveti bağımsız üç parçaya ayırırlar. Her birinin bağımsız hareket etmesini arzu ederler, bunu sağlamaya çalışırlar. Bu kuvvetlerin ismine de yürütme, yasama ve yargı kuvveti derler. Bunların arasındaki denge ve ilişkiyi düşündükleri zaman derler ki: “Yasama kuvveti, yasa yapan bir kuvvettir. Bütün yasaları o yapar. Hükümetin varlığı ancak yasamanın yaptığı yasaların içinde, o yasalarla var olduğundan dolayı yasama kuvveti yürütme kuvvetinin üzerindedir". Yalnız burada bir kelime daha ekleyeyim. Meşrutiyette ulusal egemenlik yasama meclisinde tecelli ettiriliyor, halbuki efendiler, ulusal egemenlik yasama kuvvetinde değil bu kuvvetin üzerinde tecelli eder. O ise yürütme kuvvetine aittir. Yürütme kuvvetini ele alalım; yasamanın yaptığı yasaları, özellikle kişiler hukukunda, bağımsız olarak, hiçbir tarafın müdahalesi olmaksızın uygulayacak kuvvet, yargıdır. Şimdi ufak bir noktayı hep beraber hatırlayalım: Yargının, yasamanın yaptığı yasayı uygulayabilmek için, filân insanı çağırmak ve onu cezalandırmak için elindeki vasıta nedir? Polis ve jandarma değil mi efendiler? Polis ve jandarma ise yürütmedir. O halde yargının dayanak noktası yürütmedir. Yürütme, yargıya yardımcı olmaktan vazgeçsin, yargı faydasızdır, iş göremez, yoktur. Böyle bir kuvvetin bağımsızlığı nerededir? Rica ederim böyle bir kuvvet nasıl bağımsız olabilir. Gelelim yasamaya; gerçek halde yasama yasa yapar, fakat yine de, yaptığı yasanın uygulanmasını sağlayamaz. Halbuki efendiler, her şey yasa yapmaktan ibaret değildir. Aksine her şey o yasaları uygulamak ve uygulatmaktan ibarettir. Fazla ayrıntı vermeyeyim dünyada tarihi gerçek, evrensel gerçek olarak söylüyorum, bilimsel gerçek olmak üzere söylüyorum; uygulayan, karar verenden daima daha kuvvetlidir.

(Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü Yayınları, İstanbul, 1945, C.I, s. 182)
#32 - Eylül 27 2008, 14:00:02
''Cehennem, başkalarıdır. ''

Leopaldine König adlı genç kızın, Atatürk ve Türk zaferi üzerine bestelediği marşın notalarını, I. Dünya savaşında yenik düşen Avusturya’nın içinde bulunduğu kötü durumu belirten bir mektupla birlikte Atatürk’e göndermesi üzerine, Atatürk’ün verdiği cevap



Ankara, 4.1.1923

Matmazel,

Duygulu ve ince bir ruhun acılarının ifadesi olan mektubunuzu ve milletimizin kazandığı zaferi dile getiren marşınızı aldım, çok teşekkür ederim.

Adalet, geç olsa bile, mutlaka bir gün doğacaktır. Bu, Tanrının yaratma gücünün değişmez bir kanunudur. Onun için, sevgili vatanınızın bugünkü durumu sizi üzmesin. En yakın bir zamanda ülkenizin de kurtuluş ve bağımsızlığa kavuşmasını dilerim, matmazel.

Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı

Başkumandan

Mustafa Kemal

(Sadi Borak, Atatürk’ün Resmi Yayınlara Girmemiş Söylev, Demeç, Yazışma ve Söyleşileri, İstanbul 1997, s. 367; Yazar bu belgenin, Cumhurbaşkanlığı Arşivi A. 5-3, D. 80, F. 1-692-695’te kayıtlı olup M. Rauf İnan tarafından kopya edilen otantik belgeden aktarıldığını belirtmektedir.)
#33 - Eylül 27 2008, 14:02:39
''Cehennem, başkalarıdır. ''

1 Mart 1922 TBMM 1. Dönem 3. Yasama yılı açış konuşması


Atatürk bu konuşmasında iç ve dış gelişmelere değinmiş konu ile ilgili olarak aşağıdaki tespitlerde bulunmuştur:

“Efendiler; Türkiye halkı, ırk, din ve kültür yönünden tek vücut, birbirlerine karşı karşılıklı saygı ve özveri dolu duyguları taşıyan ve yazgısı ile çıkarları aynı olan bir topluluktur. Bu toplulukta ırk haklarına, sosyal haklara ve çevre şartlarına uymak, iç politikamızın önemli noktalarındandır. İç yönetimimizde bu önemli noktanın, halk yönetiminin geniş anlamda uygun bulunan en yüksek düzeye çıkarılması, politikamızın gereklerindendir.

Ancak dış düşmanlara karşı sonsuza dek birlik ve dayanışma içinde bulunmak zorunluluğu vardır. Türkiye halkı içinde bulunup, azınlık durumunda olan Hıristiyan unsurların haklarının, dünyanın en medeni ülkeleri içinde yaşayan azınlıklara da verilmesi, İtilâf devletleri ile düşmanları ve bazı ortakları arasında kararlaştırılan anlaşma hükümlerinde yer alması nedeni ile diğer yabancı ülkelere sığınan Müslüman halkın da aynı haklardan yararlanmasının sağlanmış olması en içten dileğimizdir. Azınlıklarla birlikte bütün halkın varlık ve mutluluğunun ve kanunların verdiği her türlü hak dokunulmazlığının sağlanması ve memlekette kanun hâkimiyetinin kurulması iç yönetim ve politikada değişmez genel kuralımız olmuştur. Geçen yılki iç durumu özetle sunabilmek için bazı noktaları anlatmak istiyorum.

Bu yıl ülkemizin bütün yörelerinde genel olarak bağımsız ve olaysız, sakin bir biçimde geçmiş olup güvenlik sürdürülmüştür. Bazı aldatmalar sonucu önceki yıl Koçgiri'de meydana gelen olay alınan önlemlerle bastırılmıştır. Aldatılanlar hakkında da, hükümetçe gereken işlemler adalete uygun biçimde yerine getirilmiştir. Yunanlıların kışkırtması ve düzenlemesi ile ihtilâle benzer girişimlerde bulunanların da amaçladıkları olaylar sonuçsuz bırakılmıştır. İçişlerinde güvenlik yürütülmesinde en önemli ve maddi araç olan jandarma teşkilâtı, önemli birliklerin eklenmesi ile kuvvetlendirilmiş ve birçok jandarma okulu açılmıştır. İçişleri ile ilgili görevleri arasında posta ve telgraf idaresinde oluşturulan bazı yenilikler de kıvanç vericidir. Efendiler, ulusumuzu güven içinde yaşatmak amacımız olduğu gibi, onun sağlığına özen göstermek ve olanaklarımızın elverdiği oranda sosyal acıları dindirmek de hükümetimizin görevlerindendir.”

Aynı metinden:

“Efendiler,

Hükümet ülkede kanunu egemen kılmak ve adaleti iyi bir şekilde dağıtmakla yükümlüdür. Bunun için adalet işi çok önemlidir. Bundan dolayı adalet politikamızı açıklamayı faydalı buluyorum. Adalet politikamızda izlenecek amaç, önce halkı yormaksızın süratle, kanuna uygun ve güvenli biçimde adaleti dağıtmaktır. Bunun yanı sıra sosyal kurullarımızın bütün dünya ile ilişkilerini sürdürmeleri de gereklidir. Bunun için, adalet düzeyimizi bütün uygar ülkelerle aynı düzeyde tutmak zorundayız. Bu amacı yerine getirmek için, elimizdeki kanun ve usulleri bu görüşe göre düzeltiyor, canlandırıyor ve yeniliyoruz. Ve buna devam edeceğiz. Bu çalışmalarda ülkemizin genişliği, seri araçların eksikliği ve buna benzer engeller ve güçlüklerden başka, bazı yörelerin sosyal hayatlarının özellikleri de göz önüne alınmaktadır.

Efendiler,

Çağdaş gelişme, ulusların uygar ihtiyaçlarındaki genişleme, çoğalma ve çeşitlenme bu uygar ihtiyaçlar ile orantılı olarak uygar hakların gelişmesini gerektirir. Her devletin ilişkili olduğu sosyal yaşamın uygarlık derecesine uygun, hukuki mevzuatı vardır. Dünyada bulunan, bütün uygar devletlerin medeni kanunları hemen hemen birbirlerine benzemektedir. Bizim Milletimizin ve hükümetimizin adalet düşüncesi ve anlayışı, bu konuda hiçbir uygar ulusunkinden aşağı değildir. Belki tarih bu noktada yüksek olduğumuza tanıklık eder. Bu nedenle hukuki mevzuatımızın bütün uygar devletlerin kanuni mevzuatından eksik olması düşünülemez. Gayretli çalışmalarımızın amacı olan tam bağımsızlık kavramında adli bağımsızlığın da bulunması doğaldır. Bundan dolayı her bağımsız devletin ayrılmaz bir bütünü olan adalet dağıtımı görevine kimseyi karıştıramayız. (Bravo sesleri)

Efendiler,

Bizim halen yürürlükte olan medeni kanunumuz Mecelledir. Bu medeni kanun yaklaşık olarak yarım asır önce merhum Cevdet Paşanın başkanlığındaki bir bilimsel kurul tarafından hazırlanmıştır. İşte, o mecellenin genel kuralındaki «Zamanın değişmesi dolayısıyla hükümlerin değiştirilmesinden vazgeçilemez» fıkıh kuralı, adli politikamızın temelini oluşturmaktadır. Bu ana kural içinde hareket eden Adalet Bakanlığımız, mecellenin içermediği veya belirlemediği güç ve açık olmayan durumların, uygun hükümlerle genişletilmesi ve sağlamlaştırılması gereğine inanmıştır. Ve bu konuyla uğraşmak üzere, uzmanlardan oluşan bir heyet kurulması için bir kanun önerisi hazırlamak üzeredir. Adalet Bakanlığı bu prensip içinde çalışmalarının sonucu olarak, tek yargıç kuruluşunun hemen yüzde doksan oranında, bütün ülkede uygulanması ve özellikle tek yargıçlı mahkemelerde yargılama usulünün sulh yargıçları usulüne uygun olarak adaletin acele dağıtılmasının sağlanması ve yine adli işlerin seri ve başarı ile yönetilmesini sağlamak için on adliye müfettişliği kurulması ve suçlama işlemlerinin kaldırılması ve adli tıp müessesesinin kurulması hususları söylemeye değerdir. Ceza muhakemeleri usulünün düzeltilmesi, aşiret hayatı geçiren bazı bölgeler halkının doğal ihtiyaçları ve sosyal durumları ile uygun basit bir usulde hazırlanması, cezaevlerinin düzeltilmesi gibi, diğer önemli hususlar adı geçen bakanlığın yeni yıl içindeki çalışma konularını oluşturmaktadır. Yargıçlar ve adliye mensuplarının, şerefli görevlerine uygun seçkin değere sahip bulunmaları adliyemizin övünç kaynağıdır. Adalet Bakanlığının ve mevcut mahkemelerimizin özel niteliklere sahip yargıçlarla donatılması ve sağlamlaştırılması için bir hukuk fakültesi kurulmasını uygun görerek karar veren Yüce Meclisimize teşekkür ederim. Bu yüksek kurum için 1922 yılı bütçesine gereken para konmuştur. Önemli bir kısım gerçekleştirilen ve diğer bölümünün gerçekleştirilmesine çalışılan bu hususların tamamlanması, adli hayatımızın bütün dünyaca kabul edilebilir gelişmiş bir duruma gelmesini sağlayacaktır.”

Aynı metinden:

“16 Martta Moskova'da bir dostluk anlaşması imzaladık. Bu anlaşma ile, emperyalizmin şiddetli saldırılarına hedef olan iki devlet arasında doğal nedenlerle oluşan dayanışma, hukuki bir şekilde de belirlendi. Yakında ekonomik ve ticari işler ile konsolosluk sorunlarını düzenleyecek olan antlaşmaların imzalanmasına da karar verildi. Türkiye - Rusya anlaşması, Rusya'nın müttefik olan diğer devletlerle yaptığımız mutlu antlaşmaların birincisidir.”

Aynı metinden:

“Geçen yıl Fransızlarla esirlerin değiştirilmesi hakkında başlatılan ve iyi bir şekilde sonuçlandırılan görüşmeler, Ankara'da imzalanan Türkiye - Fransa anlaşması ile sona erdi.

Efendiler,

Bu anlaşmanın genel ve temel bir önemi vardır ki, o da bununla Sevr Antlaşmasını sağlayan İtilâf devletlerinin önemli bir taraftarı olan Fransa'nın adı geçen antlaşmanın uygulanmasının mümkün olmadığını fiilen ve hukuken kabul etmiş olmasıdır. (Alkışlar) Bu anlaşma ile yüksek manevi değer taşıyan bazı haklarımızı kazanmış olmakla birlikte, vatanın aziz bir parçasını da kurtarmış olduk. Üç yıldan fazla süren bir ayrılıktan sonra, ana vatana kavuşan bu bölgenin, gerçek sahibine geri verilmesini kabul edemeyen bazı düşmanlarımız oralarda karışıklık çıkarmaya uğraştıkları halde harcadıkları çabalar tamamen boşa çıkmıştır. Teslim etme ve teslim alma tam bir düzen içinde yapılmış ve sonuçlandırılmıştır. Ankara Anlaşmasının ardından Fransa Cumhuriyeti ile Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti arasında siyasi ilişkiler kuruldu ve hükümetimizin temsilcisi Paris'e gönderildi. İngilizlerle bu güne kadar aramızdaki tek olumlu olay kendileri tarafından tutuklanıp Malta'ya gönderilmiş bulunan vatandaşlarımızı kurtarmak olmuştur.”

Aynı metinden:

“Efendiler,

Geçen yılın olaylarını açıklarken dış politikamızın ana hatlarını da bir dereceye kadar açıklamış olduğumu zannediyorum. Bu hatlar basit, doğru ve açıktır. İç politikamızda olduğu gibi, dış politikamızda da ana amacımız Misak-ı Milli hükümlerini içermektedir. (Alkışlar) Ve Misak-ı Milliyi kabul ederek, maddi ve manevi alanda tam bağımsızlığımızı kabul edenleri derhal dost kabul ederiz. Tam ve gerçek bağımsızlığımızı açık ve samimi şekilde ilk önce kabul ederek, bize barışma elini uzatan Rus Sovyet Cumhuriyeti ile dostluk bağlarımızın kuvvetlendirilmesi dış politikamızın temelidir. (Sürekli şiddetli alkışlar) (Çok doğru, yaşasın dostlarımız sesleri)Bu temel tam bağımsızlığımızı kabul edecek herhangi bir devletle ilişki kurmamıza tabii ki engel olamaz.

Efendiler

Dış politikamızda dost bir devletin hukukuna saldırı yoktur. Ancak hakkımızı, hayatımızı, ülkemizi, namusumuzu koruyoruz ve koruyacağız. (Evet sesleri ve şiddetli alkışlar) Medeni dünyanın uluslararası ilişkilerde de ortaya attığı yüce, asil düşünce ve arzunun bir özeti demek olan «Her milletin kendi geleceğine kendisinin egemen olması hakkını biz yer yüzünde yaşayan milletlerin hepsine tanıyoruz. Bizim de bu hakkımızın kayıtsız şartsız tanınmasını istiyoruz.»Bu meşru ve haklı isteğimizi tanımamak yüzünden akan ve akacak olan kanların sorumluluğu şüphesiz sebep olanlara ait olacaktır. (Kahrolsun sebep olanlar sesleri) Bizi milli davamızı izlemekten yıldıracak hiçbir araç, hiçbir kuvvet düşünülemez. (Alkışlar) Milli davamız bizim hayatımızdır. Hayatına son verilmek istenen en zayıf yaratığın bile bu harekete karşı isyan ve nefretle, son nefesine kadar kendisini korumaya çalışmasından daha tabii bir şey yoktur. (Bravo sesleri) Kaldı ki, bizim ulusumuzun kararlılık ve inancında, mücadele yeteneğinde ve kudretinde en küçük bir zayıflama yoktur. (Yoktur sesleri) Tam tersine, her geçen gün sağlamlık derecesini artırmaktadır. (Şüphesiz sesleri)”

Aynı metinden:

“Efendiler,

Büyük Millet Meclisi Hükümeti, Türkiye'nin ve Türkiye halkının geleceğini ve bağımsızlığını sağlamaya çalışıyor. Çünkü Türkiye'nin asıl sahibi, meşru sahibi ve gerçek sahibi olan Türkiye halkının arzu ve kesin iradesi bu yoldadır. (Evet, evet sesleri) Bu yüce milli iradenin karşısında harekete cesaret gösterenler ve girişimde bulunanlar ulusa karşı asi, serkeş ve haindirler. (Bravo sesleri ve alkışlar) Bu gibi günahkârlar, şimdi ve sonra milli iradenin adaletinden kendilerini kurtaramazlar. (Bravo sesleri) Bunun için, İstanbul'da bazı devlet adamlarının ve sarayın Türkiye Büyük Millet Meclisinin durumuna ve çalışmalarına zarar verici ve engelleyici tutumlarından sakınmalarını beklemekteyim. (Bravo sesleri)”

(Millet Meclisi Tutanak Dergisi D. 1, C. 18, S. 2)
#34 - Eylül 27 2008, 14:03:32
''Cehennem, başkalarıdır. ''

Atatürk’ün, 18 Haziran 1922 tarihinde, Claude Farrére onuruna verilen çay ziyafetinde yaptığı konuşmadan



Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti, ulustan aldığı en meşru yetkilerle devletin varlık ve bağımsızlığını koruma ve güven altına almak için her bağımsız ulus ve devlet için meşru olan haklarını yetkilerini korkusuzca kullanmakta ve kullanacaktır. Batının kimi hükümetleri, Türkiye ile savaş halinden çıkarmak istemediği ve Türkiye'nin kutsal topraklarına saldırdığı düşmanı desteklemek ve kışkırtmaktan vazgeçmeye yaklaşmadığı halde sözde dünyanın en tarafsız hükümeti imiş gibi ülkemiz içinde subaylarını dolaştırarak inceleme yapmak isteğini ileri sürüyor. Ne üzülecek durumdur ki, öteki hükümetlerin de bu girişimde ortak olmaları yollarını bulabiliyor. Dünyada bundan daha akıl almaz, daha densizce bir davranış tasarlayamıyorum. Dünyada bağımsız bir devlet düşünülebilir mi ki, iç işlerine henüz düşman sıfatını taşıyanların değil, dostlarının bile karışmasını hoşgörüyle karşılasın. Eğer o politika adamları yüzyıllardan beri bağımsız yaşamış, bağımsızlığın simgesi olmuş ve bugün yeni bir ulusal uyanışla inancı, direnci ve bağımsızlık tutkusu yükselmiş Türkiye halkının, Türkiye Devleti'nin bağımsızlığını tanımamak ve tanıtmamak istiyorlarsa, biz bunlara karşı hayretlerle karşılık veririz, bu adamların aymazlığına dünyanın şaşkınlıkla bakmalarını isteriz. Zavallı ulusumuz köle olmaya razı olmadığı için en büyük cezaya mahkûm ediliyor. Hayır! Efendiler hayır!... Bütün dünya bilsin ki, bu ulus öldürülmeye, yok edilmeye değil, yaşatılmaya en layık olan bir ulustur. Türkiye Büyük Millet Meclisi üstlendiği bu tarihsel görevi tam başarıyla yürütüyor ve onu en yüksek zaferlerle bütünleştirip tamamlayacaktır.

(Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri I-III, AAM yayını, Ankara 1989; C. II, s. 40-41)
#35 - Eylül 27 2008, 14:05:14
''Cehennem, başkalarıdır. ''

Atatürk’ün, Milletvekili Seçimi Kanununun değiştirilmesi için birkaç milletvekilinin verdiği önerge üzerine 2 Aralık 1922 tarihinde Mecliste yaptığı konuşma



Bu tasarı özel bir amaç güdüyor. Bu amaç bana yöneltildiği için, izin verirseniz, birkaç sözcükle düşündüklerimi bildireyim. Bu tasarı, doğrudan doğruya, beni yurttaşlık haklarından yoksun bırakmaya yönelmiştir. On dördüncü maddesinde yazılı satırları gözden geçirecek olursanız, göreceksiniz ki;Büyük Millet Meclisine seçilebilmek için, ya Türkiye’nin bugünkü sınırları içinde kalmış yerlerin halkından olmak ya da bu seçim bölgelerinden birinde yerleşmiş olmak, göçmen olarak gelmişse yerleşmesi üzerinden en az beş yıl geçmiş olmak şart koşuluyor.

Ne yazık ki doğduğum yer, bugünkü sınırlar dışında kalmış bulunuyor. Herhangi bir seçim bölgesinde beş yıl olsun oturup kalmış da değilim. Doğum yerim bugünkü sınırlar dışında kalmıştır ama bunda benim ne eksiğim, ne suçum var! Bunun nedeni, bütün ülkemizi, darmadağın etmek, yok etmek isteyen düşmanların dilediklerini tam gerçekleştirmekten alı konamamış olmasıdır. Eğer düşmanlar amaçlarına tam ulaşmış olsalardı, Tanrı korusun, bu tasarıya imzasını koyan bayların memleketleri de sınır dışında kalabilirdi.

Bundan başka, bu maddenin istediği koşul bende yoksa, aralıksız beş yıl bir seçim bölgesinde oturup kalamamışsam, bu da, yurda yaptığım yararlıklar yüzündendir. Eğer bu maddenin istediği koşulu kazanmaya özenseydim, İstanbul’u kazandırmakla sonuçlanan Arıburnu ve Anafarta savaşlarını yapmamaklılığım gerekirdi. Eğer ben bir yerde beş yıl oturup kalsaydım, Bitlis’i ve Muş’u aldıktan sonra Diyarbakır’a doğru ilerleyen düşmanın karşısına çıkmamaklığım, Bitlis ve Muş’u kurtarmayı gerçekleştiren ödevimi yerine getirememekliğim gerekirdi. Bu bayların istedikleri koşulları kazanmak isteseydim, Suriye’yi boşaltan ordularımızın kalıntısından Halep’te bir ordu kurarak düşmana karşı koymamaklığım ve bugünkü ulusal and (Milli Misak) sınırlarını o günden çizip gerçekleştirmemekliğim gerekirdi.

Sanırım ki ondan sonraki çalışmalarımı bilmeyen yoktur. Hiç bir yerde beş yıl oturamayacak kadar uğraşıp didinmiş bulunuyorum. Ben sanıyordum ki, bu yararlılıklarımdan dolayı ulusumun sevgisini, saygısını kazandım ve belki bütün İslâm dünyasının da gözüne girmiş bulunuyorum. Bütün bu sevgilere karşılık, yurttaşlık haklarımın elimden alınmak isteneceğini hiç düşünemezdim. Tasarlıyordum ki yabancı düşmanlar canıma kıymak yoluyla bu yönden yararlı olmaktan beni alıkoymaya çabalayacaklardır. Ama hiçbir zaman aklımın köşesinden geçmezdi ki yüce mecliste bunlarla bir düşünen iki üç kişi olsun çıkabilecek! Bunun içindir ki şimdi ben anlamak istiyorum :

Bu baylar seçim bölgeleri halkının duygularını ve dileklerini mi dile getiriyorlar? Yine bu baylara karşı söylüyorum : Milletvekili olduklarına göre bütün bir ulusun da vekili sayılırlar. Peki, ulus bu baylarla bir düşüncede midir?

Benim yurttaşlık haklarımı elimden almak yetkisi bu baylara nereden verilmiştir? Bu kürsüden, yüksek kurulunuza ve bu bayların seçim bölgeleri halkına ve bütün ulusa soruyorum ve karşılık istiyorum.

(Bundan sonra bazı milletvekillerinin, Mustafa Kemal Paşanın büyük şahsiyetlerini belirten demeçleri üzerine)

Gazi Mustafa Kemal Paşa - Benim müstesna olduğuma dair bir kanun yoktur.

Aynı konuşmanın aslı

Efendim! Bu teklif-i kanuni bir maksad-ı mahsus ihtiva ediyor ve bu maksad-ı mahsus doğruca şahsa taallûk ettiğinden müsaade ederseniz birkaç kelime ile fikrimi arz etmek istiyorum.

Erzurum Mebusu Süleyman Necati ve Mersin Mebusu Salâhattin ve Canik Mebusu Emin Beyefendiler tarafından teklif olunan lâyiha-i kanuniye, doğrudan doğruya benim şahsımı vatandaşlık hukukundan ıskat etmek nokta-i nazarına mâtuftur.

Yusuf Ziya Bey (Bitlis) - Hatıra gelmez o.

Salih Efendi (Erzurum) - Şahsın çok muhteremdir.

Mustafa Kemal Paşa Hazretleri (devamla) - On dördüncü maddede yazılı olan satırları gözden geçirecek olursanız orada deniliyor ki :

“Büyük Millet Meclisi'ne âza intihap olunabilmek için Türkiye’nin bugünkü hudutları dâhilindeki mahaller ahâlisinden olmak meşruttur. Veya daire-i intihabiye dâhilinde mütemekkin olmak meşruttur. Ondan sonra muhacereten gelenlerden Türk ve Kürtler tarih-i iskânlarından itibaren beş sene mürur etmişse intihap olunabilirler.”

Maalesef mahalli tevellüdüm bugünkü hudutlar haricinde kalmış bulunuyor. Saniyen her hangi bir daire-i intihabiyenin beş sene mütemekkini dahi değilim. Mahalli tevellüdüm bugünkü hududu millîmizin haricinde kalmıştır. Fakat bu böyle ise bunda benim katîyen bir kast ve kabahatim yoktur (hâşâ Paşa Hazretleri! sesleri). Bunun sebebi bütün memleketimizi, milletimizi mahvü muzmahil etmek isteyen düşmanların harekâtında muvaffak olmaktan kısmen men edilememiş olmasıdır. Eğer düşmanlar tamamen maksatlarında muvaffak olmuş olsalardı, Allah muhafaza etsin, buraya vâziülimza olan Efendilerin dahi memleketleri hudut haricinde kalabilirdi. Bundan başka bu maddenin talebettiği şartı haiz bulunmuyorsam, yani beş sene mütemadiyen bir daire-i intihabiyede sakin olamamışsam o da bu vatana ifa ettiğim hidemat yüzündendir.

Eğer bu maddenin talebettiği şartı ihraza çalışsaydım İstanbul'u kazandırmaktan ibaret olan Arıburnu ve Anafartalar'daki müdafaatımızı yapmamaklığım lâzım gelirdi. Eğer ben bir yerde beş sene oturmağa mahkûm olsaydım Bitlis ve Muş'u aldıktan sonra Diyarbakır istikametinde tevessü eden düşmanın karşısına çıkmamaklığım, Bitlis ve Muş'u kurtarmaktan ibaret olan vazifemi yapmamaklığım lâzım gelirdi. Bu Efendilerin talebettiği şeraiti ihraz etmek isteseydim Suriye'yi tahliye eden orduların enkazından Halep'te bir ordu teşkil ederek düşmana karşı müdafaa etmemekliğim ve bugün hudud-u millîye dediğimiz hududu fiilen tesbit etmemekliğim lâzım gelirdi. Zannediyorum ki; ondan sonraki mesaim cümlenin malûmudur. Hiçbir yerde beş sene oturmayacak kadar sarfı mesai etmiş bulunuyorum. Ben zannediyorum ki, bu hidematımdan dolayı milletimin mubabbetine ve teveccühüne mazhar oldum(hay, hay! sesleri).

Belki bütün âlemi İslâm’ın muhabbet ve teveccühüne mazharım. Binaenaleyh, bu tevecühata mukabil vatandaşlık hukukundan ıskata mâruz kalacağımı asla hatıra getirmezdim. Tahmin ediyorum ve ediyordum ki, ecnebi düşmanlar bana suikasdetmek suretiyle de memleketimdeki hizmetimden beni tecride çalışacaklardır. Fakat hiçbir zaman hatır-ı hayalime getiremezdim ki, Meclisi âlide velev üç kişi olsun aynı zihniyette bulunabilsin. Binaenaleyh ben anlamak istiyorum. Bu Efendiler daire-i intihabiyeleri halkının ciddî olarak...

İhsan Bey (Cebelibereket) - Paşa Hazretleri, kime soruyorsunuz? İki üç kişinin galât ifadesi umum Meclise ait olabilir mi?

Mustafa Kemal Paşa - Buraya vâzıülimza olan Efendilere söylüyorum. Bilmek istiyorum ki, bu Efendiler daire-i intihabiyeleri halkının ciddî olarak tercüman-ı fikir ve hissi midirler? Yine Efendilere karşı söylüyorum. Mebus olmak itibariyle tabiî şamil bir sıfatı cami bulunuyorlar. Binaenaleyh demek istiyorum ki millet, bu Efendilerle hemfikir midir? (katîyen sesleri).

Saniyen Efendiler! Beni vatandaşlık hukukundan ıskat etmek salâhiyeti bu Efendilere nereden verilmiştir? Bu kürsüden resmen heyeti âliyenize ve bu Efendilerin daire-i intihabiyeleri halkına ve bütün millete soruyorum ve cevap istiyorum.

Gazi Mustafa Kemal Paşa - Benim müstesna olduğuma dair bir kanun yoktur. (Bundan sonra bazı milletvekillerinin, Mustafa Kemal Paşanın büyük şahsiyetlerini belirten demeçleri üzerine bu sözü söylemiştir.)

(Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, I-III Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurulu, Atatürk Araştırma Merkezi Yayını, Ankara, 1989, s. 298-300)
#36 - Eylül 27 2008, 14:06:43
''Cehennem, başkalarıdır. ''

15 Ocak 1923, Eskişehir’de, Mutasarrıflık dairesinde halkla ve görevlilerle yapılan konuşmadan



Basri Bey - Zatı âlinizden istirhamımız: Hükümet bize aykırı nazarla bakıyor. Basını, yalnız eleştiri yapar zannediyorlar. Üç sene önce bendeniz Kurultay gazetesini çıkarıyordum. Hükümetten çok güçlükler gördüm. Hatta sizin ilk açıklamanız çıktığı zaman bendeniz “Sancak Altında” başlığıyla yazmıştım. Hükümet onu köylere göndermedi.

Gazi - Buyurduklarınızı dikkate alırım.

Basri Bey - Bir de Paşa Hazretleri, yargıçlar aleyhinde bir şey yazmadım, fakat Cumhuriyet Savcısı kendisini eleştirdiğimiz için aleyhimizde dava açtı.

Gazi- Milli hükümetimiz ve onun siyasetini takip eden başkanları, sizin belirttiğiniz anlayışta olmamak gerekir. Gazetelerden korkmamak gerekir. Gazetelere gelince: Onlar mevcut yasalar dairesinde özgürdür. Yasanın dışına çıkarlarsa yasal sorumlulukları ile karşılaşırlar. Basın da yasa içinde özgürlüğünün korunduğuna emin olunca şu veya bu kişinin veya memurun bir gazeteyi mahkemeye vermesinden korkmamalı. Bilimsel ve sosyal eleştiriler için kimsenin bir şey demeye hakkı yoktur. Kişisel eleştiriler de haklı noktalara dayanmalı.

Bidayet Reisi Cevdet- Bir iki kelime müsaade eder misiniz Paşa Hazretleri.

Gazi - Tartışmanızı dinleyemem. Gazeteciler Türkiye dahilinde milletin fikirlerini aydınlatma ve kamuoyunu açıkça yansıtacak haberlerinde serbest olmalıdırlar.

Bidayet Reisi Cevdet Bey- Paşa Hazretleri! Türkiye yargıçları hiç bir kuvvetten çekinmezler. Yasadan kuvvet alarak hükmederler. Arada bakış açısı farklılığı vardır. Basri bey, tren yolculuğu hakkında bir makale yayınlamış. Bu makalede “Polislikten atılmış birisinin sesi yükseldi” demiş. Şimendifer çalışanlarından biri o sözleri üzerine almış. Dava etmiş. Dava bendenizin mahkememe geldi.

Gazi - Ben hükümetimiz memurlarının - hangi sınıf ve şubeden olurlarsa olsunlar- hakka ve adalete riayet edeceklerinden eminim. Gerçek, mahkemenin incelemesi sonucunda ortaya çıkacaktır.

Bidayet Reisi - Bendeniz hukukî görüşümü arz edeyim. Malumu âliniz Cevdet Paşanın Mecellesi ülkemizde uygulanıyor. Bunun esası fıkıh hükümlerinden ve şeriattan alınmıştır

.

Gazi - En çok dayandığı düstur nedir?

Bidayet reisi - Kur'anı kerim…

Gazi - Zaman ile hükümlerin değişmesi meselesi ..

Bidayet reisi (devamla)- Zamanın değişmesi ile hükümlerin değişmesi inkâr edilemez. Mecelle yapılırken o zaman için halkın yararına uygun olanlar konulmuş. Halbuki git gide ihtiyaç başkalaşmıştır. Bu ihtiyaçlar, eldeki kurallarla ile tatmin edilemiyor. Yasalar, ihtiyaçları karşılamıyor.

Gazi - Ne yapalım?

Bidayet reisi - Bütün yasalar sosyal hayatımıza göre düzenlenmelidir.

Gazi - Evet… Sosyal ve ekonomik hayatımız, uygar ulusların ulaştığı derecelere göre iyileştirilmelidir. Bizim ulusumuzun adalet derecesi, başka ulusların adaletinden aşağı kalamaz. Her ulustan daha fazla adaleti gerçekleştirmeliyiz. En ileri ve uygar devletlerin yasalarına denk yasalar yapabiliriz. Eski ihtiyaçlara göre yapılmış şeyleri, ihtiyaç ilerledikçe yenilemek gerekir. Bu eksik araçlarla istenen şeyleri sağlamaya olanak yoktur. Hukuk uzmanları hemen bu yolda çalışmaya başlamalıdırlar.

Bidayet reisi – Eski Adalet Bakanı Refik Şevket Bey zamanında bizden görüşlerimiz sorulmuştu. Eğer bakanlıklar bizden böyle sorular sormaya gönül indirirlerse biz her gün halkla, köylülerle temas halinde olduğumuz için düşüncelerimiz deha verimli ve yararlı olur. Bu şekilde yapılacak iyileştirmeler de ulusun ihtiyaçlarını karşılar.

Gazi - Bu sözleri beğenmiyorum. Siz bakanların sormasını bekliyorsunuz. Halbuki hayır. Siz düşüncelerinizi, görüşlerinizi yazmak için sormayı beklemeyeceksiniz. Bakanın ne sorduğunu bilmiyorum. Fakat ben bir buçuk ay evvel açıklama yaptım. Dedim ki barıştan sonra ülkemizde hallolunacak önemli sorunlar vardır. Bunun için de esaslı bir program gereklidir. Bu program kişisel olmasın, bütün ülkenin programı olsun. Bu nedenle bütün vatandaşların nasıl bir esas dahilinde yürümek gerektiğine dair düşüncelerini soruyorum, zannederim meselâ zatı âliniz cevap vermediniz. Eğer düşüncelerinizi bildirirseniz; şimdiden teşekkür ederim.

Bidayet reisi - Hizmet etmek görevimizdir, Paşa Hazretleri. Çağrınıza bir çok arkadaşım cevap vereceklerdir efendim.

Gazi - Teşekkür ederim.

( Milliyet gazetesi, 27 Teşrinisani 1929 tarihinde başlayan yazı dizisi, Bölüm:5, Yazan: Mahmut Toros; Arı İnan, Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün 1923 Eskişehir-İzmit Konuşmaları, Ankara, 1996, s. 22 ve devamı)

#37 - Eylül 27 2008, 14:08:27
''Cehennem, başkalarıdır. ''

Atatürk’ün, 19 Ocak 1923 tarihinde İzmit’te, İzmit Sinemasında halkla yaptığı konuşmadan; hükümet esasları hakkında



Şimdi şunu açıklamalıyım : Dinin esasında hükümetlerin şu veya bu şekilde olacağına dair kesin bir ifade yoktur. Yalnız hükümetin hangi esaslara dayanması gerekeceği tasrih edilmiştir. Bu, açık ve kesindir. O esaslardan biri ve en önemlisi “Şûra”dır. Bu esas, doğrudan doğruya Allah’ın da emridir. Peygamber olan zat bile kendiliğinden değil, danışarak iş yapacaktı. Bu böyle olunca, ondan sonra İslâm ehlinin başkanlığına geçenler mutlaka ayni esasa uyacaklardı.

Diğer bir esas da, adalet esasıdır. Şûra, insanlarla ilgili işleri adalete uygun olarak yerine getirecektir. Çünkü adaletten ayrılan Şûra, Allah’ın emrettiği bir Şûra olamaz. O Şûranın hakkıyla adalet dağıtabilmesi için de uzman olması lâzımdır.

İşte bizim Meclisimiz ve onun güvendiği kişilerden oluşmuş bulunan Hükümet, şer’in tamamiyle emretmiş olduğu bir şekil ve mahiyettedir. Buna göre başka bir Hilâfet makamı söz konusu olabilir mi?

Efendiler, milletimiz, kurduğu yeni devletin yazgısına, işlerine, bağımsızlığına, ismi Halife olsun, Padişah olsun, ne olursa olsun hiç kimseyi müdahale ettiremez. Allah da böyle bir şey emir buyurmamıştır. Bu itibarla ulus, tam Allah’ın emrettiği gibi kurduğu devleti ve onun bağımsızlığını koruyor ve sonsuza kadar koruyacaktır. (Sürekli alkışlar….

(Gazi ve İnkılâp, Siirt Mebusu Mahmut (Soydan); Milliyet Gazetesi, 27 Teşrinisani 1929 tarihinde başlayan yazı dizisi, Bölüm: 34-35; Arı İnan, Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün 1923 Eskişehir-İzmit Konuşmaları, Ankara, 1996, s. 103 ve devamı)
#38 - Eylül 27 2008, 14:09:41
''Cehennem, başkalarıdır. ''

19 Ocak 1923, İzmit’te, İzmit Sinemasında Halkla Konuşmasından



Ülkedeki bilgisizliği mutlaka yok etmelidir. Bunu yapmak zorundayız. Genel hayatın iyiliği için bunu yapacağız. Ne yazık ki ülkemizde bilenler azınlığı oluşturuyor. Hepimizin kişisel mutluluğu çoğunluğun hayat ve mutluluğu ile mümkündür.

Efendiler, ulusumuzu, devletimizi tutumlu yapmanın esas olduğunu söyledim. Bunun için de uygulamalı bir esas olmak üzere bir eğitim programı belirlemek zorunda olduğumuzu açıklamalarımda belirttim. Fakat insanlar huzur ile, vicdan özgürlüğü ile çalışmak ihtiyacındadır. Bu ise efendiler, toplumu yöneten devlette ve hükümette adaletin mutlak egemen olmasıyla mümkündür.(Alkışlar) Açıklamalarıma başlamadan önce hatırlıyorum ki, bir noktada bugün hükümet için aslolan düsturlardan biri adalettir demiştim. Bunu sağlayacak şey, adliyemizdir. Bir memlekette adalet olmazsa, o memlekette anarşiden başka bir şey yoktur, orada hiçbir şey yoktur. Adalet, yasalarla yürütülür. Bu ülkede adaletin güvenle, hızla dağıtılıp dağıtılmadığını anlamak için bir defa da mevcut yasalarımıza bakmak gerekir. Bu yasaların ülkedeki uygulamasına ve sonucuna bakmak gerekir. Bu noktada kendimizi karalamaktan korkarım. Çünkü bu eksiğimiz o kadar büyüktür.

Herhalde bağımsızlığın temel direği olan adalet dağıtımında bir yabancı parmağı bulundurmayacağız. Bu noktadaki kararımız kesindir. Fakat aynı zamanda insafla, akıl ve mantıkla ve aynı kesin kararla kabule mecburuz ki yasal ve hukuki düzenlemelerimiz kötüdür. Onları köklüce değiştirmek, yeni hayata ve ihtiyaca uydurmak gereklidir.(Alkışlar)

Efendiler, bizim milletimizin adalet duygusu yok değildir. Biz düşmanların dediği gibi vahşi ve canavar değiliz. Aksine onlardan çok yüksek adalet duygusuna, ahlâki yüceliğe ve merhamete sahibiz. Fakat, uygulama zaman zaman bu gerçeği reddeder şekilde görülmektedir. Bana bu soruyu soran bir avukat arkadaşımızdır ve adliye mensubudur. Onlar ve diğer arkadaşlarımız bilirler ki, bizim esas olarak bir mecellemiz vardır. Bu mecelle Mithat Paşa zamanında yapılmıştı. Efendiler yine o mecellenin içinde, o mecellenin dayanağını oluşturan bir şey vardır. Her şeyin devam ve sürekliliği, herhangi bir şeyin korunması veya kaldırılması, zamanın gereklerine göredir. Zamanın değişmesiyle hükümler değişir ve değişmelidir. Bundan on sene, yirmi sene, yüz sene ve bin sene önce geçerli olan hükümler bugün yürürlükte olsun iddiasında bulunamayız! Kanunlarımızı inceleyelim ve bunların dayanak noktalarını önce ülkemizin koşullarıyla, durumuyla ve milletimizin gerçek toplumsal ihtiyaçları ve vicdanıyla ve fakat aynı zamanda ilerleyen dünyayla ilişkilerinden doğan zorunluluğu da dikkate alarak, iyileştirmek gereklidir.

Biz Türkiye Halkı insanlık dünyasından soyutlanarak başlı başımıza yaşayamayız. Bütün dünya ile, bütün insanlıkla beraber yaşarız ve yürürüz! Ve hiç olmazsa onlarla bir hizada yürümeye mecburuz. Buna göre, her konuda olduğu gibi, özellikle adliyede de, zamanın gereklerini dikkate almak ve yapacaklarımızı ona göre yapmak zorundayız.(Alkışlar)

Efendiler, Adalet Bakanlığında bulunan bütün arkadaşlarımız aynı görüştedirler. Ancak bugünkü meclis çok önemli sorunlar içinde üç buçuk seneyi geçirdi. Özellikle savaş sorunları meclisi çok meşgul etti. Onun için bu meclis, tarihi görevini yerine getirdikten sonra onun yerini almak üzere seçeceğiniz millet vekillerinin neler yapmak zorunda olduklarını iyice düşünerek seçmek zorundasınız.

(Gazi ve İnkılâp, Siirt Mebusu Mahmut (Soydan); Milliyet Gazetesi, 27 Teşrinisani 1929 tarihinde başlayan yazı dizisi, 47-48. Bölüm; Arı İnan; Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün 1923 Eskişehir-İzmit Konuşmaları, Ankara, 1996, s. 116 ve devamı )
#39 - Eylül 27 2008, 14:10:14
''Cehennem, başkalarıdır. ''

Atatürk’ün, 22 Ocak 1923 tarihinde Bursa’da halkla yaptığı bir konuşmadan


Lozan’da en çok kapitülâsyonlar üzerinde ısrar ediyorlar. Düşmanlarımız, malî kapitülâsyonların kaldırıldığını ifade etmişlerdir. Bunu özel bir madde ile de ifade edeceklerdir. Ancak bunu telâffuz etmiş olmakla beraber bir takım malî meselelerden de bahsetmekten geri kalmıyorlar. Bu meselelerde bizi rencide edecek noktalar yok değildir. Fakat bunlar, büyük meselelerin hallini güçleştirecek kadar önemli değildirler. Yani hallolunabilir. Devletler, adli kapitülâsyonların sürmesini istiyorlar. Devletlerin bu kadar inat etmelerine hak vermeyiz.

Burada bir arkadaşımızın sorusuna aynı zamanda cevap vermiş olayım: Yabancılar diyorlar ki “Sizin bütün yasalarınız dinidir, biz bu yasaların hükümleriyle işlem görmeye razı değiliz!” Halbuki gerçekte dini olan şeyler; doğal ve gerçek olmak gerekir. Dini demek, bütün yasaların ihtiyaçlara ve zamana göre yapılmış olması demektir. Eğer bir yasa zamanın ihtiyaçlarına göre yapılmışsa elbette dinidir. Gerçek böyle iken, şu veya bu düşünceyle bazı sözleri yasa kitaplarına koymakla, düşmanların eline vesile vermiş oluyoruz. Meselâ ecnebiler fıkıhtan anlamazlar, anlamak istemezler ve derler ki, bunların bütün yasaları fıkıh hükümlerine dayanır. Yahut dini bir takım şeylerdir. Gerçekte, biz çağın gereklerine ve ulusun gerçek ihtiyaçlarına göre yasa yapmalıyız. Eldeki yasalarımızı yargıçlarımız süratle uygulayamıyorlarsa, hemen değiştirmeliyiz. Halka adaleti süratle dağıtmak ve uygulamak zorundayız. Yeni yönetimimizin anlamı bu olmak gerekir.

Uygar ve düzenli bir devletin makinesi, eski yasalarla işleyemez. Din adamları, çok iyi bilirler ki din, belirli bir hükümet şekli ifade etmemiştir. Din, hükümete esas olarak adaleti emretmiştir. Bu hükümler çok açıktır. Adaletle işleri yürütmeyen bir hükümet çok fenadır. Hükümetimizin, fena olmaması için, dince ve uygarlıkça çok mükemmel olabilmesi için adli yasalarımızı iyileştirmek zorundayız. Buna hiç bir engel yoktur. Bugün mevcut yasalarımızın kökü, daha çok Mecelledir. Yeni Türkiye, ne zamana, ne de ihtiyaca uymayan Mecellenin hükümlerine bağlı kalamaz. En uygar uluslar derecesinde hukuk kurallarımızı de iyileştireceğiz. Yüz sene, beş yüz sene, bin sene evvel yaşayan bir toplum için yapılan yasalarla, bugünkü toplumları yönetmeye kalkışmak, gaflettir, cehalettir. Biz bu noktada cahilliğimizi ve gafletimizi o kadar ileri götürüyoruz ki Allah’ın da, Peygamberin de emirlerine karşı hareket ettiğimizi bile unutuyoruz. (Alkışlar... )

Bu memlekette adlî kapitülâsyonların bulunması, bu gafletimizin, bu cehaletimizin cezasıdır. Bu kadar başarılarımıza rağmen yabancılar: “Adli kapitülâsyonları kaldıramayız Çünkü yasalarınız uygar ve insanî esaslara dayanmıyor. Memleketiniz içinde yabancı karma mahkemeler davalarınızı görsün. Haklarımızı sizin adaletinize, yargıçlarınıza teslim edemeyiz!” diyorlar. Tâbiidir ki delegelerimiz, özellikle adli konularda hiç bir müdahale kabul edemeyeceğimizi ısrarla ifade etmektedir. Efendiler! Bir hükümet, ancak adalete dayanabilir. Bağımsızlık, gelecek, özgürlük, her şey adaletle mümkündür. Bu kadar esaslı bir noktada müdahaleleri asla kabul etmeyeceğiz.

Efendiler! Adli kapitülâsyonlar, gayet kuvvetli ve ateşli bir zincir halinde boynumuzdadır. Bunu şüphesiz atacağız. Fakat tekrar boynumuza geçirmeyelim. Bunu boynumuza tekrar geçirmemenin çaresi de yasalarımızı iyileştirmektir.

Herkes bu gerçeği açıkça bilirse ve bunun böyle olmasını mutlaka isterse elbette seçeceği vekiller de başka şekilde hareket edemezler. Çünkü o zaman sizin irade ve arzunuza karşı hareket etmiş olurlar. Hükümetin amacını ve kuruluş niteliğini baltalamış olurlar. O zaman siz de susmazsınız! (Alkışlar )

(Milliyet Gazetesi, Siirt Mebusu Mahmut (Soydan) 27 Teşrinîsani 1929 tarihinden başlayan yazı dizisi, Bölüm: 73-74)

#40 - Eylül 27 2008, 14:11:05
''Cehennem, başkalarıdır. ''

17 şubat 1923 Tarihindeki İzmir İktisat Kongresini Açış Söylevinden



…Çok emeğe ve sermayeye ihtiyacımız vardır. Bu nedenle, kanunlarımıza uymak şartıyla, yabancı sermayeye gereken güvenceyi vermeye her zaman hazırız ve arzu edilir ki, yabancı sermaye bizim emek ve servetimize katılsın. Bizim için ve onlar için yararlı sonuçlar versin; ama eskisi gibi değil. Gerçekten de, geçmişte ve özellikle Tanzimat devrinden sonra, yabancı sermaye, ülkede ayrıcalıklı bir konuma sahip oldu. Ve bilimsel anlamıyla denilebilir ki, devlet ve hükümet, yabancı sermayenin jandarmalığından başka bir şey yapmamıştır. Artık her uygar devlet gibi, millet gibi, yeni Türkiye de buna izin veremez. Burasını esir ülkesi yaptıramaz.

Arkadaşlar, son söz olarak demiştim ki, biz ülkemizi artık esir ülkesi yapamayız. Belki hepimizin dikkatini çekmiş olan Lozan konferansının son görüşmeleri bu konuyla ilgilidir. Konferansın şimdilik ertelenişi hep aynı meseleden, aynı noktadan ileri geldiği düşünülebilir. Ordularımız en büyük zaferi kazanmışlardı ve zafer yürüyüşünü durduracak hiç bir engel yoktu. Böyle bir zamanda İtilâf Devletleri, doğal haklarımızı, meşru haklarımızı görüşmelerle de onaylayacaklarını ve sorunların bu yolla çözüleceğini söylediler ve bizi konferansa davet ettiler. Milletimiz, Meclisimiz ve Hükümetimiz içtenlikle barış yanlısı olduğu için, muzaffer ordularımızı durdurdu ve delegelerimizi Lozan’a gönderdi. Aylardan beri, görüşmeler ve tartışmalar sürüyor. Fakat, muhataplarımız henüz üç senelik, dört senelik bir hesabı göremiyorlar, üç yüz ve dört yüz senelik bir hesabı görmeye başlamışlardır. Ve muhataplarımız halâ, eski Osmanlı Devletinin tarih olduğunu ve bugün yeni Türkiye devletini kuran milletin çok azimli ve yiğit bir millet olduğunu ve bu milletin artık tam bağımsızlığından ve ulusal egemenliğinden zerre kadar fedakârlık yapamayacağını anlamamışlardır.

İşte bunu anlayamamak yüzünden tereddüde düşmüşler, duraklamışlardır. Arkadaşlar, onlar istedikleri kadar tereddüt edebilirler. Fakat bu millet, kesin kararını vermiştir. Bu millet için tereddüt devirleri çoktan geçmiştir. Devletlerin, delegelerimize verdikleri son proje, tabii ki kabule değer görülmedi. Diğer delegeler gibi bizim delegelerimiz de, durumu hükümete ve gerekirse meclise sunmak üzere yurda dönmek üzeredir. Tabii açıklamalar olacaktır. Ancak, bütün millet, bütün dünya bilsin ki, en sonunda, millet tam bağımsızlığının sağlandığını görmedikçe, yürümeye başladığı yolda bir an duraklamayacaktır.

Efendiler, hiç kimseden fazla bir şey istemiyoruz. Dünyanın her uygar milletinin doğal olarak malik olduğu şeylerden bizi mahrum etmemelidirler ve haklarımızı teslim etmelidirler. Çünkü hakkımız doğaldır, meşrudur, makuldür ve bize gereklidir. Biz bu haktan vazgeçmeyeceğiz ve ne kadar haklı isek bu hakkımızı savunmak ve korumak için de, memleketimizin yeteneği ve gücü o kadardır.

(Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri I-III, AAM Yayını, Ankara, 1989; C. II, s. 103-116)
#41 - Eylül 27 2008, 14:15:26
''Cehennem, başkalarıdır. ''

20 Mart 1923 Tarihinde Konya Esnaf ve Tüccarlarıyla Konuşmasından


Arkadaşlar, Kaşıkçızade Tahir Efendi kardeşimizin bu sorusunu açıklamaya ve aydınlatmaya muhtaç buluyorum. Kendileri soruyor ki, hükümetin ticaret hakkında ne gibi düşünceleri vardır. Öncelikle şunu söyleyeyim ki, içinizde hükümet adına değil, meclis adına değil, ordu adına değil, sadece bir milletvekili gibi, belki de yalnız bir arkadaşınız, bir kardeşiniz gibi bulunuyorum. Onun için sorunuza hükümet adına cevap vermeye yetkim yoktur. Bildiğiniz gibi, hükümetimiz, Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümetidir. Hükümet, meclisin kendisidir. Meclis ise bana, şu veya bu konuda bizim görüşümüzü açıkla, diye bir karar ve o karar sonucunda bir yetki vermiş değildir. Eğer hükümet kelimesinden maksadınız meclis değil de, meclisin devlet bölümlerinden kendi adına hükümeti yürütmeye vekil ettiği bakanlar Kurulu ise, onların adına da söz söylemeye yetkili değilim. Çünkü yine bildiğiniz gibi, Bakanlar kurulu üyesi, Anayasaya göre tek tek ve kurul olarak meclise karşı sorumludurlar. Bu nedenle, kendi sorumlulukları altında görev yapmaya zorunlu kişiler adına söz söylemekten kendimi menetmeyi uygun sayıyorum. Eğer sorunuzu, “sen ne diyorsun, senin ticaretimiz hakkındaki fikrin nedir?” diye sorsaydınız, o zaman cevap vermekte sakınca görmezdim ve kabul ediyorum ki asıl maksadınız da budur. Ben de bu suretle düşüncemi sunuyorum: Efendiler, ticaret hakkındaki düşünceleri…

(Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri I-III, AAM Yayınları, Ankara, 1989; C. II, s. 138-141)
#42 - Eylül 27 2008, 14:16:29
''Cehennem, başkalarıdır. ''

Atatürk’ün 1 Mart 1923 tarihinde TBMM 4. Yasama Yılını Açış Konuşması



Atatürk bu konuşmasında, elde edilen askeri zaferlerden sonra, 1923 yılının, bir barış yılı olması ihtimali kadar bir savaş yılı olması ihtimalini göz önüne alarak, savaş yılı olma ihtimaline göre hazırlıklı olmakla beraber, barış yılı olması ihtimaline göre de, çok önemli bazı girişimlerden söz etmektedir:

“Hükümetin idari şubelerinden olan Danıştay’ın, ülkenin idari ve ekonomik yaşamı ile ilgili önemli bir kurum olması nedeniyle gün geçtikçe artan bir ihtiyacı gidermek amacıyla bir an önce kurulması için yüce Meclis tarafından İçişleri Komisyonunca hazırlanmış olan kanun tasarısının gereğinin yapılmasını ve bunun ihtiyaç ile orantılı bir şekilde kanunlaşmasını dilerim. Gerek I. Dünya Savaşı gerek Kurtuluş Savaşımız sırasında milli sınır üzerinde bulunan halkımız göç etmek felâketine uğramış, düşmanların işgali altına girmek felâketine düşen memleket parçalarında ise nüfus kayıtları tamamen yok edilmiş olduğundan gerek genel nüfusun araştırılması ve bu konuda bilgi sağlanması gerek nüfus sicil kayıtlarının yeniden kurulması için bir genel nüfus sayımı yapılmasına acil olarak ihtiyaç vardır.”

Aynı metinden:

“Efendiler, Cezaevleri sorunu çok önemlidir. Kişisel özgürlüğü kaldırılan vatan evlâdının ceza süresi sonunda topluma yararlı olacak bir eleman olarak yetiştirilmesi gereğinin sağlanması için İçişleri Bakanlığı çok dikkatli bir şekilde araştırma ve istatistikler hazırladı. Cezaevlerinden mümkün olanların modern bir şekilde onarımlarına veya yeni cezaevleri inşasına girişebilmek için bir inşaat programı hazırladı. Bu program gereğince her yıl belirlenmiş bir oranda inşaata devam etmek üzere 1923 yılında çağın gereklerine uygun bir genel cezaevi ile beş liva ve 28 ilçe cezaevinin inşası kararlaştırılmış ve gelecek yılın bütçesine ödenek konmuştur.”

Aynı metinden:

Efendiler

Geçen yıl içinde, adalet işlerimizin yürütülme biçiminde kayda değer gelişmeler görülmüştür. Önceki yıldan başlayarak yürürlüğe konulan ve büyük yararlar sağlanan tek hakim kuruluşlarının genişletilmesi sürdürülmüştür. Kurtarılan illerimizde de derhal adli teşkilât kurulmasına başlanarak Şubat 1923 sonuna kadar yeniden on dört istinaf mahkemesi ile doksan asliye mahkemesi ve o sayıda şer'iye mahkemeleri açılmış ve bu mahkemelere beş yüz altmışı aşan yargıç atanmıştır. Adliye müfettişlerinin sayısı yirmi ikiye çıkarılmıştır. Merkezde bir teftiş kurulu kurulmuştur. Denetimden geçecek daireler, bir müfettişin en çok altı ay içinde tamamlayabileceği alanlarla kayıtlanmış olması nedeniyle bundan böyle hiçbir mahkemenin en çok altı aydan fazla bir süre içinde teftiş ve denetimden yoksun kalmaması sağlanmıştır. 1922 yılı son yarısında, aile hukuku, avukatlık, Mecellenin satışlarla ilgili kısmına ait kanun tasarıları ile davalara ilk bakan mahkemelerin gezici olarak da görev yapabilmesini, içkinin yasaklanması ile ilgili cezaların temyiz ve itiraz edilebilmesini, karşılıklı olarak hükümlerini kabul eden yabancı devletlerde suç işleyen vatandaşlarımızdan ceza kovuşturmalarını erteleyen kanundan yararlanan kişilerin hem suç hem de buna bağlı ikinci dereceli olan suçlarında tecil olayından yararlanmalarını sağlayacak değişiklik tasarısı ile özellikle hakimlerin maddi durumlarının yükseltilmesi ve bir usul içinde görevlerinde yükselmelerini sağlamak amacı ile hazırlanan tasarılar yüce Meclise arz edilmiştir. Şimdiye kadar bir tüzüğü bulunmadığından ihmal edilen, tutulamayan cinayet mahkûmunun malları hakkında kanun hükümlerinin uygulama şeklini gösteren bir tüzük tasarısı da hazırlanmıştır.

Yeni yılda yapacağımız adalet işleri ile ilgili düşüncelerimiz içinde, kanun değiştirme ve hazırlama komisyonları vardır. Şimdiye kadar kanun halinde düzenlenmemiş olan veraset, vasiyet gibi hukuki konuların da medeni kanunumuz olan Mecelleye eklenmesi ve Mecellenin de modern ihtiyaca uygun olarak değiştirilmesi ve düzeltilmesi, kara ve deniz ticaret kanunlarıyla ceza mahkemeleri usulü ve ceza kanunlarında değişikliklerin yapılması ve ayrı ayrı hükümleri olan hukuk mahkemeleri usulü ile seri mahkemeler usulünün birleştirilmesi amacı ile her biri beşer kişiden kurulan toplam yedi komisyon yakında görev yapmaya davet olunacaktır. Bundan başka, adliyemizin geleceğinin sağlanması amacı ile Anadolu’da modern esaslara dayanan bir hukuk okulu kurulması görevli bakanlıkça düşünülmektedir.”

Aynı metinden:

Efendiler, sosyal toplulukta en yüce özgürlüğün, en yüce eşitliğin ve adaletin yerleşmesi ve korunması, ancak ve ancak tam ve kesin anlamı ile ulusal egemenliğin kurulmasına bağlıdır. Bu nedenle; özgürlük, eşitlik ve adaletin de dayanağı ulusal egemenliktir. (Öyledir, bravo ve yaşasın sesleri) Sosyal topluluğumuzda, devletimizde hürriyet sonsuza kadar sürecektir. Ancak onun sonsuzluğu, onu sonsuz yapan kuralların korunması ile ayakta durur ve onunla sınırlıdır. Bir insan, belki kendi isteği ile kişisel özgürlüğünü bir yana bırakabilir. Fakat bu girişim, koca bir ulusun hayatına ve özgürlüğüne zarar verecekse, büyük ve onurlu bir milli yaşam bu yüzden sönecek ise o milletin evlâtları ve torunları bu yüzden yok olacaklarsa, bu girişim hiçbir zaman meşru ve kabul edilebilir bir konu olamaz. Ve hele böyle bir girişim hiçbir zaman özgürlük adına hoşgörü ile düşünülemez. Hiç şüphe yok, devletimizin sonsuza dek yaşayabilmesi, ülkemizin güçlenmesi, ulusumuzun refah ve sorumluluğunun sağlanması, yaşamımız, namusumuz, onurumuz, geleceğimiz, kutsal inancımız ve son olarak her şeyimiz için, her halde en kıskanç duygularımızla en açık uyanıklığımızla, cesaretimizle ve bütün gücümüzle ulusal egemenliğimizi koruyacak ve kollayacağız. (Şiddetli alkışlar)Bu nedenle, ulusal egemenliğin kutsal özünün belirttiği bugünkü yönetim şekli ve niteliği gereği olarak hükümetimizin, düşmanlarını derhal durdurması ve ulusal bağımsızlığının korunmasını sağlaması ve bunu kollaması pek doğal bir görevidir.

Efendiler, sonsuz bir özgürlük düşünülemez. Hakların en büyüğü olan yaşama hakkı bile kesin değildir. İntihara karar veren bir kişinin yaptığı işlemin sonucu, yalnız kendi ile ilgili olduğu halde, güvenlik kuvvetleri onun bu işlemini yasaklamakla görevlidir. Aynı kişinin aynı davranışını biraz daha büyük oranda düşünür ve düşündüğümüz suçu bir kişiden bir aileye çevirerek kapsamını genişletirsek, girişimcinin durumu hemen zâlim bir canî görüntüsü verir. Bu nedenle, ulusal egemenlik düşmanlığı, üstün, saygıdeğer bir yeri olan onurlu bir ulusun her şeyine, bir anda bile bile kastetmek suçundan başka bir şey değildir. (Şüphesiz sesleri)Bunu doğal olarak, ulusun maddi ve manevi seçkin niteliklerini taşıyan yüce milli emniyet kuvvetleri kesinlikle yasaklar. (Şüphesiz sesleri)

(Millet Meclisi Tutanak Dergisi D. 1, C. 28, S.. 2)
#43 - Eylül 27 2008, 14:17:55
''Cehennem, başkalarıdır. ''

Atatürk’ün 2 Şubat 1923 gününde İzmir’de halkla yapmış olduğu konuşmadan





Efendiler; Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti bu saydığımız hükümet şekillerinden hiçbirisine benzemez. Çünkü arz ettiğim gibi onların dayandığı esas kuvvetlerin ayrılması, kuvvetlerin denkleştirilmesi nazariyesidir. Halbuki bizim hükümetimiz kuvvetlerin birleştirilmesi esasına göre kurulmuş bir hükümetti. Bu şekil ve mahiyette hükümet, denilebilir ki, bugün mevcut değildir. Ancak mevcut olmayan bir şey, hiç vücuda gelmemiş bir şeyi de yapmış değiliz. İnsanlık tarihi tetkik edilecek olursa görülür ki aynı mahiyette kurulmuş ve faaliyet icra etmiş hükümet var idi. Ancak farksızdır denemez. Kuvvetlerin bileştirilmesi esasına göre kurulmuş hükümetimizin faydalarını ve yararlarını izah için, arzu ederseniz hep beraber, kuvvetlerin denkleştirilmesi esasına göre yapılmış ve mevcut olan hükümetlerle ufak bir mukayese yapayım. Biliyorsunuz ki bu kuvvetlerin denkleştirilmesi nazariyesi esasen Montesquieu tarafından konulmuş bir nazariyedir. Montesquieu bu nazariyesini yaparken dünyada mevcut modellerden birisini aramışt??r ve onu İngiltere’de bulmuştur. İngiltere’de ve her yerde krallar vardır. Krallar cümlece bilindiği üzere aynı zamanda Allah tarafından dahi kuvvetlendirilmiş sanılırdı. Kralların, taç sahiplerinin, imparatorların şahıslarında var sayılan icra kuvvetinin geri alınmasına zihinler bile meyil gösteremeyecek kadar kökleşmiş halde bulunuyordu. O zamanın bütün filozofları, bütün kanun koyucu insanları, bütün zekâları, insanlığın selâmet ve saadeti için nazariyeler düşündükleri zaman, usul düşündükleri zaman, değiştirilebilecek gibi gördükleri noktalara karşı korkuyorlardı. Bunun üzerine Montesquieu değişmeyen, sabit bir karar kabul etmişti. Bu esas noktadan hareket ederek şimdi bu kralın idare ettiği, kendi istibdadı ve hükmü altında idare ettiği milleti hakiki saadete götürebilmek için ne yapmak imkânı vardı. Fakat bunu düşünürken Montesquieu da biliyordu ki bu ancak ve ancak milletin hakimiyetini millete vermekle mümkün olurdu. Fakat buna imkân tasavvur edemediği için bu millet egemenliği -ki Kralın elindedir- bunun hiç olmazsa bir parçasını millete verelim, parçalara bölelim, kral istediği gibi, keyfine göre hareket edemesin. Az çok milletin arz, emek ve egemenliği de kralın hareketleri üzerinde etkili olsun ve bu surette zarar yarıya insin. İşte kuvvetlerin denkleştirilmesi nazariyesinin esasını koyan Montesquieu’nun zihniyeti bu idi.

Arkadaşlar, bu nazariye ile bir icra heyeti – ki reisi hükümdardır – ve bir mebuslar meclisi – vazifesi kanun yapmaktır – sonra Fransız milleti, insanlığını, benliğini temin edebilmek için yaptığı umum mücadelesinde muvaffak olduğunu zannetti. Ve bu muvaffakiyetini muhafaza ve devam ettirebilmek için Montesquieu nazariyesine kendi millet ve memleketinde tatbik yeri aradı. Yalnız orada kuvvetin ikiye ayrılması yeterli görülmedi. Bir bağımsız kuvvet daha icat edildi. Adli kuvvet…

Efendiler, insanlık daima ve daima birtakım zor kullananların karşısında kalmıştır. İnsanlık bütün varlığını daima bu zor kullananların elinden kurtarmak için sarf etmiştir. Bu zor kullananlar bir milletin egemenliğini elinden zorla almış olanlardır. İnsanlık bazen bu zorbalıkları yıkmış, parçalamış, asmış ve kesmiştir.



Bilirsiniz ki şer’i esaslarda, ilâhi emirde hükümet şekli yoktur. Şu veya bu şekil ifade edilmiş değildir. Yoktur. Yalnız hükümetin nasıl olması lâzım geleceğine dair esaslar ifade olunmuştu. Bu esasların biri de şûradır, meclistir. Hükümetin behemehal meclis olması lâzımdır. O kadar ki bizzat Cenabı-ı Peygamber şûrasız muamele yapmazdı, Allah tarafından men edilmiş. İkinci esas adalettir. Şûra adaletle hükmünü icra eder. Adaletten yoksun bir hükümet şekli beğenilmemiştir.



Tam bağımsız bulunduktan sonra müspet menfi, faydalı veya zarar verici olan şeyler hakkında hata edilirse onların düzeltilmesi kolaydır. Fakat yeter ki dış bize bunu emretmesin. Hariç bunu şimdiye kadar emrediyordu ve halen de emretmek istiyor ve bu emri bize kabul ettirecek sulh yapmak istiyorlar. Bizim milletimiz ve hepimiz içten sulh istiyoruz. Fakat sulhten bahsolunduğu zaman herhalde hakiki hayat sebeplerimizi istiyoruz. Bunu temin etmek istiyoruz demektir. Sulhün manası bizce budur. Yoksa hayat ve bağımsızlık sebeplerinden yoksun olan bir şekle biz sulh diyemeyiz. Şimdiye kadar çok aldatılmışızdır. Ve böyle lâflarla aldatılmışızdır. Fakat bundan böyle hiçbir şekil ve surette aldanmamaya karar verdik ve aldanmayacağız. Sonra adli kapitülâsyonlara gelince:

Adli kapitülâsyonlarda muhtar mahkeme adı altında yine adli kapitülâsyonları bize kabul ettirmek istiyorlar. Memleketin yargı hakkından yoksun olması, veyahut yargı hakkında kayıtlı olmak tam bağımsızlık ile bağdaştırılamaz.

(Belgelerle Türk Tarih Dergisi, S. 70, Temmuz 1973; Zikreden: Sadi Borak, Atatürk’ün Resmi Yayınlara Girmemiş Söylev, Demeç, Yazışma ve Söyleşileri, İstanbul 1997, s. 155 ve devamı)
#44 - Eylül 27 2008, 14:20:35
''Cehennem, başkalarıdır. ''

Cumhuriyet Dönemi


Atatürk’ün, İstanbul Barosunun, Lütfi Fikri Beyin tahliyesi üzerine çektiği telgrafa cevap olarak yazdığı telgraf



26 Şubat 1924

İstanbul İkinci Baro Reisi Sadeddin Ferit Beyefendiye,

Baronun hissiyatına teşekkür ederim. Baronun Cumhuriyete güzîde hidemat ifa edeceğine dair olan kanaatimizi bu vesile ile de izhar ve beyan etmek isterim efendim.

Reisi Cumhur

Gazi Mustafa Kemal

(Vakit Gazetesi, 27 Şubat 1924, s. 2; Zikreden: Sadi Borak-Dr. Utkan Kocatürk; Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, Ankara, 1972, s. 149)
#45 - Eylül 27 2008, 14:21:44
''Cehennem, başkalarıdır. ''

Atatürk’ün, 1 Mart 1924 tarihinde, Meclisin II. Dönem, Birinci toplanma yılını açarken yaptığı konuşma


Adalet konusunda yeni kuruluşlara ve düzenleyişlere verdiğimiz önemin üzerinde durmak gerekecektir. Gerçi bütçenin bugünkü halinde bile adliye için önemli kaynaklar ayrılmıştır. Ve bu kaynaklar gittikçe artırılacaktır. Ama, daha önemli olan, adalet anlayışımızı, adalet kanunlarımızı, adalet kuruluşlarımızı, bizi bilinçli bilinçsiz etkisi altında tutan ve, çağdaş görüşlere hiç de uymayan bağlardan kurtarmaktır.

Ulusumuz, bu günlerde her uygar ülkede görülen ilerlemelerin, bizim ihtiyaçlarımızı karşılayacak uygulamalarını, bizde de görmek istiyor. Ulusun isteklerine ve gereksemelerine uyarak adliyemizde her türlü eski etkiden korkusuzca silkinmekten ve hızlı ilerlemelere atılmaktan geri kalmamak zorundayız. Medeni hukukta, aile hukukunda yürüyeceğimiz yol ancak uygarlık yolu olacaktır. Hukukta işi oluruna bağlamak, eski masalımsı göreneklere bağlı kalmak, ulusları uyanmaktan alıkoyan en ağır bir kâbustur. Türk milleti, üzerine kâbus çökmesine izin veremez!

( Behçet Kemal Çağlar, Bugünün Diliyle Atatürk’ün Söylevleri, TDK Yayını, Ankara 1968, s. 129; Prof. Dr. Utkan Kocatürk;Atatürk’ün Fikir ve Düşünceleri, 1984, İstanbul, s. 84)
#46 - Eylül 27 2008, 14:22:51
''Cehennem, başkalarıdır. ''

Atatürk’ün, 4 Mayıs 1924 tarihinde, New York Herald Gazetesi muhabirine hilâfet ve yabancı dini kurumlar hakkındaki demeci


Hilâfetle beraber, Türkiye’de mevcut olan Ortodoks ve Ermeni kiliseleri patrikhaneleri ile Musevi hahamhanelerinin ortadan kalkması gerekir. Hilâfet ve bu patriklikler yüzyıllardan beri, ruhanî yetki çerçeveleri dışında, muazzam ayrıcalıklar topladılar. Halkın düşünüşüne uygun olarak verilen haklar dışındaki ayrıcalıklarla, Cumhuriyet yönetiminin uygulanması mümkün değildir. Geçmişte, özellikle Abdülhamit’in tahttan indirilmesinden sonra, Anayasayı ve Meşrutiyet Kanunlarını, Batının uygarlık makinesine benzer şekilde değiştirmeye çok çalıştık. Fakat bu girişimlerimiz sonuçsuz kaldı. Çünkü her adımda patrikhaneler ve hilâfet gibi siyasî, dinî kurumların hukuku ile karşı karşıya geldik… Patrikhanelerin veya hilâfetin itirazlarına maruz olmaksızın hiç bir düzenleme veya ilerici fikir, idare şeklimize sokulamıyordu.

(Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, Tamim ve Telgrafları, C. V; Ankara, 1972, s. 104)
#47 - Eylül 27 2008, 14:23:57
''Cehennem, başkalarıdır. ''

Atatürk’ün, 30 Ağustos 1924 tarihinde, Başkumandanlık Savaşının İkinci yıl dönümünde Dumlupınar’da yaptığı konuşmadan


Bilmeyen kalmamıştır ki: Ulusumuz, egemenliğini eline aldığı gün, en karanlık yoksulluğun, en derin uçurumun kıyısında idi. Bütün güçleri yıpranmış, bütün savunma araçları elinden alınmış, kutsal varlıkları saldırıya uğramış, pek acıklı bir durumda idi. Bütün bunları hiçe sayarak varlığını ve bağımsızlığını kurtarmaya karar verdi. Bu kararını başarıya ulaştırabilmek için kendine bir toplu davranış, bir belirli erek seçmesi gerekiyordu. Ulusun bütün varlığı ile, bütün inanıyla, canını dişine takarak o yolda birlikte yürümesi ve er geç başarıya ulaşması gerekti. İşte baylar o erek bu yerdi, burasıydı. Umulan ve istenen başarı, işte burada kazanılan zaferdi.

...

Bilirsiniz ki dünyada bir ulusun varlığı, değeri, özgürlüğü ve bağımsızlığı eskiden yaptığı ve ilerde yapacağı uygar eserlerle orantılıdır. Uygarca başarılar sağlamak yeteneğinden yoksun uluslar özgürlüklerini ve bağımsızlıklarını er geç yitirmek durumundadırlar. İnsanlığın tarihi, baştan başa, bu söylediğimi ispatlamaktadır. Uygarlık yolunda yürümek ve başarıya ulaşmak, yaşamanın ilk koşuludur. Bu yol üzerinde duraklayanlar, durup da ileri değil geriye bakıp imrenmek bilgisizliğinde ve dalgınlığında bulunanlar, genel uygarlığın coşup gelen seli altında bir gün boğulacaktır. Uygarlık yolunda başarı, yenilikleri kavrayıp uygulamaya, yenileşmeye bağlıdır. Toplumsal yaşayışta, ekonomik davranışta, bilgi ve teknik alanında, başarılı olmak için ilerleme ve gelişme yolu budur. Yaşamayı ve geçinmeyi sağlayan hükümlerin zamanla olgunlaşıp değişmesi, yenileşmesi kaçınılmaz bir gerçektir. Uygarlığın yeni buluşları, olağanüstü teknik başarıları, dünyayı değişmeden değişmeye sürükleyip durduğu bir evrede, yüzyılların eskittiği davranış ve düşünüşlerle, geçmişe saplanıp tapmakla, varlığımızı korumak olmaz.

Uygarlıktan söz ederken şunu da kesinlikle belirtmeliyim ki, uygarlığın ilkesi ilerlemenin temeli, aile düzenindedir. Bu yaşamda aksaklık, ulusça ekonomik ve siyasal yaşayışta da başarısızlığın nedenidir. Aileyi kuran kadınla erkeğin, bu işe yararlı hakları ve bilgileri edinmiş olmaları, bu ödeve istekli ve yetenekli olmaları gerektir.

Gençler !


Geleceğe güvenimizi güçlendiren ve sürdüren sizsiniz. Siz almakta olduğunuz eğitimle, bilgi ile, insanlıktaki üstünlüğün, yurt sevgisinin, düşünce özgürlüğünün en değerli örneği olacaksınız. Ey yükselen yeni kuşak! Gelecek sizindir. Cumhuriyeti biz kurduk, onu yükseltecek ve yaşatacak olan sizsiniz.

(Behçet Kemal Çağlar, Bugünün Diliyle Atatürk’ün Söylevleri, TDK Yayını, Ankara 1968, s. 131 ve devamı)
#48 - Eylül 27 2008, 14:25:58
''Cehennem, başkalarıdır. ''

Atatürk’ün, 1 Kasım 1924 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin II. Dönem 2.Yasama Yılını Açış Konuşması



“Büyük Millet Meclisinin Sayın Üyeleri,

Büyük Millet Meclisinin 6. çalışma yılına giriyoruz. Şerefli üyelerini saygı ile selamlarım. (Teşekkür ederiz sesleri) Halk yönetiminin engellerden arındırılması için yüce Meclisin kabul ettiği kanunlar, şimdiye kadar tam anlamı ile büyük bir başarı ile uygulanmıştır.”

“Efendiler, adalet reformlarının yerinde uygulanması, işlemlerin çabuklaştırılmasında ve yargıçlık görevinin değer ve saygınlığının artmasında hemen etkisini göstermiştir. Gerçi, ülkede adli gereksinmelerin sağlanması için, bütün kanunların yürürlüğe konması ve özellikle yeter miktarda yargıç ve ikinci derecedeki adli memurların sağlanması uzunca bir zaman alacaktır.

Ancak büyük kanunlar yürürlüğe konuncaya kadar, acil değişiklikler ile, genel hayatın bir an önce medeni temellere dayandırılması gerekmektedir. Bu konuyu yüce Meclis özellikle göz önünde tutmalıdır.

Şunu da eklemeliyim ki, bu kez çeşitli devlet dairelerinden yüce Meclise sunulan kanun tasarıları, genellikle ülke yönetiminin ivedilikle ihtiyaç duyduğu kanunlardır.”

(Millet Meclisi Tutanak Dergisi D. II, C. 10, S. 1)
#49 - Eylül 27 2008, 14:26:51
''Cehennem, başkalarıdır. ''

Atatürk’ün, Ankara Hukuk Mektebine yazdığı telgraf



20 Eylül 1925

Ankara Hukuk Mektebi Tedris Heyeti Reisi Mahmut Esat Beyefendiye,

Ankara Hukuk Mektebinin 15 Eylül 1341 (1925) tarihinde içtima eden profesörleri tarafından mezkûr mektep Heyet-i Tedrisiyle Fahrî Riyasetini kabul etmekliğim hakkında olan teklifi, Kemal-i memnuniyetle kabul ettim. Mektebin müstakbel faaliyetinde Türk inkılâp ve medeniyetinin ruhuna muvafık tedrisatta bulunmak suretiyle vatanımıza nâfi olmasını temenni ederim.

Gazi Mustafa Kemal

“Ankara Hukuk Mektebinin 15 Eylül 1925 tarihinde toplanan profesörleri tarafından anılan mektep Öğretim Kurulunun Fahrî Başkanlığını kabul etmem konusundaki önerisini, büyük bir memnuniyetle kabul ettim. Mektebin gelecekteki çalışmalarında Türk devrim ve uygarlığının ruhuna uygun öğretimde bulunarak vatanımıza yararlı olmasını dilerim.”

(Vakit Gazetesi, 22 Eylül 1925, s. 1; Zikreden: Sadi Borak-Dr. Utkan Kocatürk; Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, Ankara, 1972, s. 156; Prof. Dr. Ahmet Mumcu, Adliye Hukuk Mektebinden Ankara Hukuk Fakültesine, Ankara, 1977; s. 69-70 )
#50 - Eylül 27 2008, 14:27:29
''Cehennem, başkalarıdır. ''

Atatürk’ün Cumhuriyet Savcılarına Seslenişi, 9 Ekim 1925


Her uygar ve çağdaş devlette olduğu gibi, Türk Cumhuriyeti Adliyesinde de, Cumhuriyet Savcılarını yüksek ve son derece önemli bir görev ve makamın temsilcileri olmak üzere tanırım. Devrim Savcılarının, kendilerine verilen bu büyük görevin önemine uygun olarak gayretli ve çalışkan olmaları konusunu, adliyemizin başarı ve üstünlüğünün en önemli etkenlerinden sayarım. Laik Türk Devrimi, çağımızın uluslara yaşama ve yükselme yeteneğini veren en son ve en uygar ilkelerinin bir ifadesi ve Türk Ulusunun büyük fedakârlıklarıyla sürdürülen ve kazanılan büyük mücadelesinin eseridir. Devrimlerin gerçekleşmesi, kararları ve kanunlarıyla, ulusal irade ve ulusal egemenliğin bir görünümü; bütünü itibariyle de Türk Ulusunun bütün haklarıdır. Devrimlerin her biri, ulusun emeği ve hakkı ile gerçekleşmiştir. Cumhuriyet Savcılarımızın, devrimin gerekleri etrafında, en kıskanç ve uzakları gören hassas nöbetçiler olmalarını, asıl görevlerinden sayarım.

Türk Cumhuriyeti, ulusun kaderini yıllarca hastalıklı ve korkunç gelenekleriyle, zulüm ve baskının kan ve yangınları içinde sürükleyen saltanat ve hilâfet tarihini yıktı. Bu mücadelenin asıl amaçlarından biri de, zayıf olanları zorbaların baskısından ve entrikacıların âleti olmaktan kurtarmak ve ulusu kendi kaderine sahip kılmaktır. Çağdaş ve uygar bir ulusuz. Ulusumuz, Batı uygarlığını kayıtsız şartsız kabul etmiştir. Hayatta başarılı olmanın tek yolu budur. Yılmaz ve kesin kararlı devrimlerimiz, Türk ulusunun yaradılıştan gelen büyük yeteneğinin gelişmesi ve artırılması için gereken zemini hazırlayarak hızla ilerlemektedir. Yüksek amaca yönelik herhangi bir suikast failinin durmaksızın kovuşturulması ve kovuşturmanın, ulusun bütün hakları tatmin ve tazmin edilinceye kadar, hakim önünde de kaygı ve ısrarla sürdürülmesini ve sonuçlandırılmasını isterim.

Bütün düşüncelerin üzerinde olan kamu hukuku ve kamu yararının korunmasının, devlet ve hükümet gücünün mutlaka sağlanması ve korunmasıyla mümkün olabileceğini önemle hatırlatırım. Cumhuriyette devlet ve hükümet gücü, ulusal irade ve ulusal egemenliğin en kesin ve en temel ifadesi ve görünümüdür. Türk yasalarına dayanan bu yetki ve güce engel olacak en küçük bir girişimin dahi, ulusun egemenlik hakkına açık bir saldırı olarak değerlendirilerek, buna yeltenenlerin mutlaka mahkeme huzuruna çıkarılmasını talep ederim. Özgürlüğü ve yasaları bir alet gibi öne sürerek, ulusun en küçük bir yararını bile tehlikeye atmak hakkına hiç kimse sahip değildir. Devlet halinde yaşayan uygar uluslarda, özgürlük ulusun emrindedir; yüksek yararlarının gerektirdiği şekilde genişletilir, sınırlanır ve belirlenir. Yakın tarihimizde ve eski zamanlarda, dinlerin zorba hükümdarların, rahipler ve çıkar sağlayanların elinde bir baskı aracı olması gibi, çağımızda kesinlikle izin verilemez ve hoş görülemez. Devrime karşı koyan muhalefetin özgürlükten ve yasadan yararlanmaya hakkı yoktur. Bireyin değil, bireylerin tamamını ifade eden toplumun ve devletin yararı her düşünce ve kaygıdan önce gelmelidir. Sınırsız bireysel özgürlük ve kişisel çıkar peşinde olanlar, kendi emellerini, çıkarlarını ulusun yüksek çıkarları ve özgürlüğünden üstün tutanlardır. Sınırsız kişisel özgürlükler, kişisel çıkarlar, uygar ve düzenli toplumları, devletleri yıkarak anarşiyi ve çoğunlukla da zorbalığı yaratır. Anarşi ve zorbalık, doğrunun yanlışa, zayıfın güçlüye yenilmesi sonucunu doğurur. Uygar uluslarda, yasa ve özgürlük, yüksek çıkarların korunması için düzenlenir ve kabul edilir. Çağdaş devlet kurmaya ve bu kuruluştan yararlanmaya karar veren toplumlarda, bu kesin bir şart ve zorunluluktur. Birey yok, toplum vardır. Zorbalık ve monarşiyle yönetilen ülkelerde, yasa ve özgürlük bir kişinin veya sınıfın emellerini sağlamaya yarayan bir araç olur. Göçebe veya ilkel topluluklarda, toplum değil kişinin çıkarları vardır.

Halkçılık esaslarına dayanarak yönetilen bir ülkede, düzenin diğer her yönetim şeklinden daha fazla önem ve ısrarla kurulması ve geliştirilmesi gerekir. Bu kuralın, çağımız uygarlığının başarı sırlarından en önemlisi olduğunu hatırlatırım. Halk yönetiminin, ancak bu şekilde başarıya ulaşacağından ve insan haklarının ancak bu yoldan korunabileceğinden asla kuşku duyulmamalıdır. Düzen ve işleyiş, halk cumhuriyetlerinde, ulusal egemenlik ve ulusal çıkarlar gibi en yüksek yetkinin bir gereğidir. En son hukuk kurallarına dayanan bu gerçekleri, Türkiye Cumhuriyeti Savcılarının, bir an için bile gözden uzak tutacaklarına ihtimal vermem. Yasalarımızın uygulanmasında, bu yönlerin önemle ve mutlaka dikkate alınmasını talep ederim.

Savcılarımızın, kovuşturmak ve açmak zorunda oldukları ceza davaları, mahkeme huzurunda, her türlü delille aydınlatılacaktır. Cumhuriyet Savcılarının bu konuda yapacakları açıklamaları, kamu hukuku adına istenen ceza, suç ve sanık hakkında kamuoyunun aydınlatılması için ve verilecek hükmün niteliğine ilişkin açık bir fikir edinilmesini sağlamak için gerekli bulurum. Davaların Yargıtay’ca incelenmesi sırasında da, bu konunun büyük kolaylık sağlayacağı açıktır.

Savcılık, karar değil, dava makamıdır. Yargılama sırasında ve duruşmada, savcılarımızın kendilerini herhangi bir davanın taraflarından sayarak ısrarla açıklamaları ve görüşlerinin kabul edilmesini ve desteklenmesini sağlamak için, tüm tarihsel ve yasal araçlardan yararlanmayı ihmal etmemeleri gerekir.

Kamu Hukuku adına ortaya koyduğu bir talebin desteklenmesini sağlayamamanın, bir Cumhuriyeti Savcısı için övünülecek bir konu olamayacağını hatırlatmak isterim.

Cezaevlerinin haftada bir mutlaka denetlenerek, yargılama olmaksızın tutuklu kalanların, kısaca nedenleriyle birlikte derhal en yakın müfettişliğe ve Adalet Bakanlığına bildirilmesi gerekir. Bir soruşturmanın başlatılabilmesi ve sürdürülebilmesi için bir şikayet veya zabıtanın bildirimi beklenecektir. Duyuma dayanarak soruşturmaya başlanarak, herhangi bir olayla ilgili olarak merciinden bilgi alınarak gerçeğin aydınlatılması ve konunun ilgi ve dikkatle izlenmesi, kamu hukuku ve kamu güvenliğinin esenliğini sağlamak bakımından çok önemlidir.

Türkiye Cumhuriyetinde kimsesiz bir birey yoktur. Cumhuriyet, böyle bir kavramı asla kabul edemez. İnsan hakları, yasalarımızın güvencesi altındadır. En güçsüz ve en kimsesizlerin yardımcısı devlet ve onun kamu hukuku temsilcileri olan Cumhuriyet Savcılarıdır. Kendilerini kimsesiz görenlerin, yanlarında her an haklarını aramakla görevli Cumhuriyet Savcıları bulunduğunu asla unutmamaları ve bundan emin olmaları gerekir. Zayıf ama haklı olanların en güçlü durumda olmaları, adliyemizin en belirgin özelliği ve ülküsüdür. Cumhuriyet Adliyesinin yükselmesini bir onur meselesi saydıklarından hiç kuşku duymadığım çalışma arkadaşlarıma bu onurlu görev alanında mutlak ve muhakkak olan başarılarını coşkuyla dilerim efendim.

(Doç. Dr. Ali Birinci, Yeni Türkiye Dergisi, Cumhuriyet Özel Sayısı I, 1998, s. 23-24)
#51 - Eylül 27 2008, 14:32:05
''Cehennem, başkalarıdır. ''

Şark İstiklâl Mahkemesinde yargılanan gazetecilerin telgrafı üzerine Atatürk’ün, İstiklâl Mahkemesi Savcılığına yazdığı telgraf


“Şark İstiklâl Mahkemesi Savcılığına;

Gazetecilerin mahkemeye çağrılmasından sonra, Anadolu’da ve isyan alanlarında gördükleri üzerine, hata ettikleri ve pişman oldukları hakkındaki telgrafnâmelerini daha önce Mahkemenin adaletli görüşlerine sunmuştum. Yine müştereken yukarıdaki telgrafla müracaat ediyorlar; bunu da nazarı adaletle değerlendirmek uygundur efendim…

Cumhurbaşkanı Gazi MUSTAFA KEMAL”

(Atatürk’ten Hatıralar, Hasan Rıza Soyak, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul,1973, s. 348)
#52 - Eylül 27 2008, 14:33:08
''Cehennem, başkalarıdır. ''

Atatürk’ün 1 Kasım 1925 tarihinde TBMM I. Dönem 3. Yasama Yılını Açış Konuşması



“Sayın efendiler,

Cumhuriyet adliyesinin gelişimi kıvanç verici bir yolda gitmektedir. İşlemlerde güven ve hız için alınan önlemler iyi sonuçlar vermektedir.

Cumhuriyet adliyesine mensup olanların en küçük üyelerine kadar bilimsel yeterliliğe ve Cumhuriyet ülküsüne sahip olmaları konusunda çabalar sevindiricidir. Bir yandan, bilimsel yeterliliği sağlayan kuruluşa önem verirken diğer yandan Cumhuriyet adliyesinin dayanağı olacak kanunların bir an önce yapılmasına önem verilmelidir. Geçmiş yönetimlerden devredilen yetersiz kanunlarla, geçirdiğimiz yıllarda genel hayatın karşı karşıya bırakıldığı güçlüklere göğüs gerebilmiş ise, bu, ulusumuzun Cumhuriyete olan sarsılmaz olağan ilgisinden ve Cumhuriyet yönetiminin özündeki güç ve kuvvetindendir. Fakat yetersiz kanunların devamına göz yummak yüzünden, ulusun karşı karşıya bulunduğu zorlukların bir an önce giderilmesi, geciktirilmeyecek zorunlu işler arasındadır. Yüce Meclise sunulacak olan Ceza Kanunu, Medeni Kanun ve Ticaret Kanununun bu yasama döneminde derlenmesi ve yayımlanmasındaki ivediliği özellikle söylemek isterim.

Genel hayatımızı yeni baştan düzenleyecek olan bu önemli kanunların, çağdaş uygarlığın kanunları grubundan olması doğaldır. (Bravo sesleri) Ulusumuzun içinde bulunduğu uygar topluluğun ekonomik ve uygar gereksinmeleri o kadar yakındır ki, buna karşılık kanunlarda da aynı şekilde yakınlaşma gerekli bulunmaktadır. Çağımızın gereksinmelerine uygun kanun yapmak ve onu iyi uygulamak, ilerlemek ve yükselmek için gerekli ve çok önemlidir. (Bravo sesleri)

(Millet Meclisi Tutanak Dergisi D. II, C. 19, S. 7)
#53 - Eylül 27 2008, 14:33:50
''Cehennem, başkalarıdır. ''

Atatürk’ün, 5 kasım 1925 tarihinde Ankara Hukuk Fakültesini açarken yaptığı konuşma



Bugünkü toplantımız, Cumhuriyetin yönetim merkezinde bir hukuk okulunun açılması dolayısıyladır. Bu olay, yüksek işyar (memur) ve uzman bilgin yetiştirmek çabasından daha büyük bir önem taşıyor. Yıllardır sürüp duran Türk devrimi, düşünüşünü, varlığını, sosyal yaşayışını, üzerine kurulduğu yeni hukuk ilkelerini saptamak ve sağlamlaştırmak yoluna girmiş oluyor.

Türk devrimi nedir? Bu devrim, sözcüğün birdenbire akla getirdiği "ihtilâl" anlamının ötesinde ve ondan daha geniş bir değişmeyi dile getirmektedir. Bugünkü devletimizin biçimi, yüzyıllardır sürüp gelen eski biçimleri bir yana iten en olgunu, en gelişmişidir. Ulusun, varlığını sürdürebilmek için bireyleri arasında düşündüğü ortak bağ, yüzyıllardan beri sürüp gelen biçimini, niteliğini değiştirmiş; ulus bireylerini, din bağı - mezhep bağı yerine, Türk Ulusçuluğu bağı ile toplamış, bir araya getirmiştir.

Ulus, uluslararası genel savaş alanında, kendisini var gücüyle yaşatabilecek aracın, ancak çağdaş çevrede, uygarlıkta bulunabileceğini, bir değişmez gerçek olarak kendisine ilke edinmiştir. Kısacası, baylar, ulus, saydığım değişikliklerle devrimlerin gerekli ve doğal sonucu olarak, genel yönetiminin, bunu sağlayacak bütün yasaların, ancak dünyalık ihtiyaçlardan doğacağını, bunlar değişip geliştikçe ona ayak uyduracak bir görüş ve düşünüşün kendisini esenliğe kavuşturup ölümsüz bir yaşayışa ulaştıracağını kavramış bulunuyor.

Eğer, yalnız altı yıl önceki anılarınızı yoklarsanız; devletin biçiminde, halkın birbiriyle kaynaşmasında, bizi güçlendiren uygarlık olanaklarının sağlanışında, kısacası, bütün kuruluşların ve oluşların gelişip oturmasında uygulanan ilkelerin nasıl yeni ve değişik olduğunu hatırlarsınız. Altı yıl içinde büyük ulusumuzun yaşayışında beliren değişiklik, herhangi bir "ihtilâl"den daha güçlü, daha yüksek olan en büyük devrimlerdendir.

Ulusların kurtuluş ve yükseliş savaşında çoğu zaman kızgın ve öfkeli oldukları görülmüştür. Ama bu kızgınlık, Türk ulusunun bilinçli öfkesine benzemez. Sözünü ettiğim büyük devrim yolunda Türk ulusunun şimdiye değin harcadığı çabalar, dıştaki ve içteki saldırılara karşı yorulmaz, yıpranmaz savaşmalar içinde, ulusal egemenliğini karşı durulmaz bir güçle uygulama yolunda, hukukçuların ellerinde ve dillerinde dolaşan, alışılıp aşınmış ilkeleri bilmezlikten gelerek yeni gerçeklerin ve gelişen olayların havasında yoğrulmuş bir yönetim biçimi, bir yeni devlet yönetimi arayıp bulmak uğrunda, geçmiştir. Şimdi kurulup ortaya çıkan bu büyük yapıtın görüşünü, düşünüşünü, isteklerini belirtip karşılayabilecek yeni hukuk ilkelerini, yeni hukuk adamlarını yaratma işine girişmek günü gelmiştir.

Sanıyorum ki, Ankara Hukuk Okulu ile, Cumhuriyet Hukukunu yalnız sözüyle ve görünüşüyle değil, bilinçli ve bilgisel niteliği ile, yeni yasalarıyla, yeni hukuk adamlarıyla açıklayacak, savunacak ve uygulayacak bir davranışa baş vurmuş oluyoruz.

Cumhuriyet Türkiye'sinde eski yaşama kurullarının eski hukuk ilkelerinin yerini bugün, yeni hukuk ilkelerinin almış olduğu bilinen bir gerçektir. Bu olup bittiyi sizin kitaplarınız ve uygulanacak yasalarınız anlatacak ve açıklayacaktır.

Sevgili Hukuk Öğrencileri! Sayın Hukuk Adamları!

Yeni hukuk ilkelerinden, yeni kuruluşumuzun gerektirdiği yasalardan söz açarken, "Her devrimin kendisine özgü dayanağı bulunmak gerektir" nedenini, yalnız bu ana nedeni göz önüne koymak istemiyorum; ille boş yere sitem etmekten vazgeçerek Türk ulusunun, çağdaş uygarlığın özelliklerinden ve verimlerinden yararlanabilmesi için, en az üç yüz yıldan beri harcadığı çabaların ne kadar kaygı verici engeller karşısında araya gittiğini göz önüne alarak, bütün uyanıklığım ve üzüntümle söylüyorum: Ulusumuzu çöküntüye sürükleyen, zaman zaman bağrından kopup da ileri düşünceleri için savaşmayı göze almış kimseleri yıldırıp usandıran gerici ve ezici güçler, bugüne değin elinizde bulunan hukuk kurallarıyla ona içten bağlananlar olmuştur. Belki ağır düşerse de, tarihe dayanan bu görüşüme, bu yüce topluluk içinde yer alanlardan ve Cumhuriyet hükümetine çok yararlı olan seçkin kimselerden pek şaşan bulunmayacağını umarım : Yine de amacımı biraz daha açıklamama izninizi dilerim. Uluslararası genel tarih içinde Türklerin 1453 zaferini, İstanbul'un fethini bir düşünün; bütün bir dünyaya karşı İstanbul'u Türk toplumuna mal eden güç, aşağı yukarı o yıllarda bulunan matbaayı ülkeye mal etmek için o zamanki hukukçuların uğursuz direncini göğüsleyememiştir. Eskimiş hukukla dar düşünceli hukukçulardan buna izin koparabilmek için üç yüz yıl, kuşkular, kararsızlıklar, üzüntüler içinde beklemek zorunda kalmışızdır.

Eski hukukun çok uzak, çok eski ve yaşama gücünü çoktan yitirmiş bir dönemini seçtiğimi sanmayın. Eski hukukla ona saplanıp kalanların bu devrim yıllarında bana gösterdiği güçlüklerden örnek vermeye kalksam başınızı ağrıtmak tehlikesine düşmüş olurum. Şu kadarını bilesiniz ki Türkiye Büyük Millet Meclisinin kuruluş günlerinde bu oluşu hukuk ilkelerine ve bilimsel görüşlere aykırı bulanların başında ünlü hukukçular vardı. Büyük Millet Meclisinde egemenliğin ulusta olduğunu belirten tasarıyı öne sürdüğüm gün, bu ilkenin Osmanlı Anayasasına aykırılığından dolayı karşısına çıkanların başında yine eski ve bilimsel erdemi ile ün salan, ulusu aldatıp durmuş olan belli hukukçular yer alıyordu.

Cumhuriyet ilân olunduktan sonra bile, baş gösteren bir acıklı olayı uyanık gözlerinizin önünde canlandırmak isterim: En ileri, en bayındır bir kentimizin hem bizim yurdumuzda hem Avrupa'da okuyup yetişmiş seçkin uzmanlardan kurulu baro topluluğu, açıktan açığa halifeci olduğunu söyleyip duran birisini kendine başkan diye seçmiştir. Bu olay, köhne hukuka saplanmış olanların cumhuriyet anlayışına karşı nasıl bir eğilimde olduklarını belirtmeye yetmez mi? Bütün böyle olaylar, devrimcilerin en büyük ama en sinsi can düşmanlarının çürümüş hukukla onun zavallı tutkunları olduğunu göstermektedir

.

Ulusun arasız ve ateşli devrim atılışları sırasında sinmek zorunda kalan eski kanun hükümleri, eski hukuk adamları, devrimcilerin ateşi ve etkisi yavaşlamaya başlar başlamaz hemen canlanarak devrim ilkelerini, ona içten bağlı olanları, bunların kutsal ülkülerini suçlayıp kötülemek için fırsat beklerler ve bu fırsat, eski yasaların yürürlükte kalmasıyla, eski anlayışı sinsice kollayıp yürütmekte direnen yargıçların ve avukatların varlığı ile belirir ve beslenir.

Bugünkü hukuk çalışmalarımızın gerekçelerini böylece açıklamış olduğumu umuyorum. Büsbütün yeni yasalar düzenleyerek eski hukuk ilkelerini temelinden kazımaya girişiyoruz. Yeni hukuk ilkeleriyle, alfabesinden okumaya başlayacak bir yeni hukuk kuşağı yetiştirmek için bu okulu açıyoruz. Bütün bu işlerde dayanağımız ulusumuzun üstün yeteneği ve kesin isteğidir. Bu girişimlerde arkadaşlarımız, yeni hukuku, bizimle birlikte anlattığım nitelikte anlamış olan seçkin hukuk bilginlerimizdir.

Yeni hukuk ilkeleri genel yaşayışımızda başarılı uygulamalarla etkisini gösterene kadar geçecek zamanı, devrimin yorulmaz ve yıpranmaz gücü kısaltacak ve zararsız kılacaktır.

Öğrenciler !

Yeni Türk toplumunun kurucusu ve kollayıcısı olmak amacıyla okumaya başlayan sizler, Cumhuriyet döneminin gerçek hukuk bilginleri olacaksınız. Bir gün önce yetişmenizi ve ulusun isteğini yürürlüğe koymanızı hepimiz sabırsızlıkla beklemekteyiz. Sizi yetiştirecek olan profesörlerin kendilerinden beklenen ödevi hakkıyla yerine getireceklerine güveniyorum. Cumhuriyetin yapıcısı ve kollayıcısı olacak bu büyük kuruluşun açılmasında duyduğum mutluluğu hiç bir girişimimde duymadım. Bunu böylece belirtip açıklamaktan da ayrıca sevinçliyim.

( Behçet Kemal Çağlar, Bugünün Diliyle Atatürk’ün Söylevleri, TDK Yayını, Ankara 1968, s. 159)

Bu konuşmanın aslı

Huzzarı Kiram!

Cumhuriyetin merkezi idaresinde bir Hukuk Mektebi açmak vesilesi bugünkü içtimaımızı izhar etmiş bulunuyor. Bugün şahit olduğumuz hâdise, yüksek memur ve mütehassıs âlimler yetiştirmek teşebbüsünden daha büyük bir ehemmiyeti haizdir. Senelerden beri devam eden Türk İnkılâbı, mevcudiyetini ve zihniyetini, hayatı içtimaiyenin mebnası olan yeni esasatı hukukiyede tesbit ve teyit etmek çaresine tevessül etmiştir.

Türk İnkılâbı nedir? Bu inkılâp, kelimenin vehleten ima ettiği ihtilâl manasından başka, ondan daha vâsi bir tahavvülü ifade etmektedir. Bugünkü Devletimizin sekli, asırlardan beri gelen eski şekilleri bertaraf eden en mütekâmil tarz olmuştur.

Milletin, idamei mevcudiyet için efradı arasında düşündüğü rabıtai müştereke, asırlardan beri gelen şekil ve mahiyetini tebdil etmiş, yani millet, dinî ve mezhebî irtibat yerine Türk Milliyeti rabıtasiyle efradını toplamıştır.

Millet, beynelmilel umumî mücadele sahasında sebebi hayat ve sebebi kuvvet olacak ilim ve vasıtanın ancak muasır medeniyette bulunabileceğini bir hakikati sabite olarak umde ittihaz eylemiştir.

Velhasıl efendiler, millet saydığım tahavvülât ve inkılâbatın tabiî ve zaruri icabı olarak idarei umumiyesinin ve bütün kanunlarının ancak dünyevi ihtiyacattan mülhem ve ihtiyacın tebeddül ve tekâmülüyle mütemadiyen tebeddül ve tekâmül etmesi esas olan dünyevi bir zihniyeti idareyi mabihilhayat addeylemiştir.

Eğer yalnız altı sene evvelki hâtıratınızı yoklarsanız devletin şeklinde, efradı milletin rabıtai müşterekesinde medarı kuvvet olacak tarikı medeniyetin takibinde, velhasıl bütün teşkilât ve ihtiyacını istinat ettirdiği ahkâm noktai nazarından büsbütün başka esaslar üzerinde bulunduğumuzu tahattur buyurursunuz. Altı sene zarfında büyük milletimizin cereyanı hayatında vücuda getirdiği bu tahavvülât herhangi bir ihtilâlden çok fazla çok yüksek olan en muazzam inkılâbattandır.

Çok milletlerin halâs ve itilâ mücadelesinde mütehevvir oldukları görülmüştür. Fakat, bu tehevvür Türk Milletinin şuurlu tehevvürüne benzemez.

Bahsettiğim büyük inkılâp yolunda Türk Milletinin şimdiye kadar sarf ettiği mesai; dahilî ve haricî erbabı kasda karşı yorulmaz, yıpranmaz mücadeleler içinde ve bizzat iradei milliyenin mukavemetberendaz tatbikatı sahasında ve erbabı hukuk elinde bulunan kanunların ve müdevvenatın vücudundan kasten tecahül ederek evvelemirde Türk Millet ve Devletinin yeni şekli mevcudiyetini bil'amel meydana çıkarmak uğrunda geçmiştir. Şimdi vücuda gelen bu büyük eserin zihniyetini, ihtiyacatını tatmin edecek yeni esasatı hukukiyeyi ve yeni erbabı hukuku vücuda getirmek için teşebbüs almağa zaman gelmiştir.

Zannederim ki Ankara Mektebi Hukuku ile Cumhuriyet hukukunu yalnız zahirî ve lâfzî şekliyle değil, fakat şuurî ve iz'anî mahiyetiyle, kanunlarıyla erbabı hukukiyle izah edecek ve müdafaa edecek tedbire tevessül etmiş oluyoruz.

Cumhuriyet Türkiye’sinde eski kavaidi hayat, eski hukuk yerine yeni kavaidi hayatın ve yeni hukukun kaim olmuş bulunması bugün gayri kabili tereddüt bir emrivâkidir. Bu emrivâki sizin kitaplarınızda ve mabihit tatbik olacak kanunlarınızda ifade ve izah olunacaktır.

Talebe Efendiler ve hukuk müntesibi Efendiler!

Yeni hukuk esaslarından, yeni ihtiyacatımızın talebettiği kanunlardan bahsederken «her inkılâbın kendisine mahsus müeyyidesi bulunmak zaruridir.» hikmetine, yalnız bu hikmete işaret etmiyorum. Beyhude bir sitem temayülünden nefsimi tahzir ederek, fakat Türk Milletinin muasır medeniyetin vasıtalarından ve feyizlerinden müstefid olmak için lâakal üç yüz seneden beri sarf ettiği gayretlerin ne kadar elemli ve ıstıraplı mevani karşısında heba olduğunu Kemali teessür ve intibahla göz önüne alarak söylüyorum.

Milletimizi inhitata mahkûm etmiş ve milletimizin feyyaz sinesinde devir devir eksik olmamış olan erbabı teşebbüsü, erbabı cehd ve himmeti en nihayet meftur ve münhezim etmiş olan menfi ve kaahir kuvvet şimdiye kader elinizde bulunan hukuk ve onun samimî muakkipleri olmuştur. Belki ağır ve cesurane olan müşahedei tarihiyemin güzide heyetiniz için ve Hükümeti Cumhuriyenin bugün hizmetlerinden istifade etmekte bulunduğu kıymetli memurlar ve hâkimlerimiz içinde kimsenin hayretini mucip olmayacağına eminim. Bununla beraber biraz daha izahı meram için müsaade buyurmanızı rica ederim. Beynelmilel umumî tarihin cereyanında Türklerin 1453 zaferini, yani İstanbul'un fethini tasavvur buyurunuz. Bütün bir cihana karşı İstanbul’u ebediyen Türk câmiasına mal etmiş olan kuvvet ve kudret, takriben aynı senelerde icad edilmiş olan matbaayı Türkiye’ye kabul için erbabı hukukun meş’um mukavemetini iktihama muktedir olamamıştır.

Köhne hukukun ve müntesiplerinin, matbaanın memleketimize girmesine müsaade etmeleri için üç yüz sene müşahede ve tereddüt etmelerine ve leh ve aleyhte pek çok kuvvet ve kudret sarf etmelerine ıstırar hasıl olmuştur.

Eski hukukun çok uzak ve çok eski ve kuvvei ihyaiyesi ma’dum bir devrini ve müntesiplerini intihap ettiğime zahip olmayınız. Eski hukukun ve onun müntesiplerinin yeni devrei inkılâbiyemizde bizzat bana ika ettikleri müşkülâttan misal getirmeğe kalksam sizi tasdî etmek tehlikesine mâruz kalırım. Fakat bilesiniz ki Türkiye Büyük Millet Meclisinin âvanı teşekkülünde anın bugünkü mahiyet ve vaziyetini, esasatı hukukiyeye ve esasatı ilmiyeye münafi addedenlerin başında meşhur hukukşinaslar bulunuyordu. Büyük Millet Meclisinde hâkimiyetin bilâkaydü şart millette olduğunu ifade eden kanunu teklif ettirdiğim zaman bu esasın Kanunu Esasii Osmaniye mugayeretinden dolayı muarız bulunanların başında yine eski ve fazileti ilmiyesi ile milleti iğfal eden maruf hukukşinaslar bulunuyordu.

Muhterem Efendiler!

Hatta Cumhuriyet ilân olunduktan sonra vukua gelen feci bir hâdiseyi de nazarı intihabınız önünde canlandırmak isterim. En büyük mamuremizin bu memlekette belki Avrupa’da tahsil etmiş yüksek mütehassıslardan mürekkep baro heyeti alenen hilâfetçi olduğunu ilân eden ve ilân, etmekle iftihar duyan birisini seçip kendisine reis intihap eylemiştir. Bu hâdise köhne hukuk erbabının cumhuriyet zihniyetine karşı deruni ve hakiki olan vaziyet ve temayülünü ifadeye kâfi değil midir? Bütün bu hâdisat erbabı inkılâbın en büyük fakat en sinsi hasmı canı, çürümüş hukuk ve onun bîderman müntesipleri olduğunu gösterir. Milletin hummalı inkılâp hamleleri esnasında sinmeğe mecbur kalan eski ahkâmı kanuniye, eski erbabı hukuk; erbabı himmetin nüfuz ve ateşi yavaşlamağa başlar başlamaz derhal canlanarak inkılâp esaslarını ve onun samimî muakkiplerini ve onların aziz mefkûrelerini mahkûm etmek için fırsat beklerler.

Bu fırsat eski kanunların mevcudiyeti ve eski esasatı hukukiyenin mer'iyeti ile ve eski zihniyetini derunî ve kalbî olarak muhafazada mütemerrit hâkimlerin ve avukatların mevcudiyetiyle müemmendir.

Bugünkü hukuki faaliyetlerimizin esbabını izah etmiş oluyorum ümidindeyim. Büsbütün yeni kanunlar vücuda getirerek eski esasatı hukukiyeyi temelinden kal'etmek teşebbüsündeyiz. Ve yeni esasatı hukukiye ile elifbasından tahsile başlayacak bir yeni hukuk neslini yetiştirmek için bu müessesatı açıyoruz. Bütün bu icraatta mesnedimiz milletin istidat ve kabiliyeti ve iradei kat'iyesidir.

Bu teşebbüslerde arkadaşlarımız, yeni hukuku, bizimle beraber, bahsettiğim mahiyette anlamış olan güzide erbabı hukukumuzdur. Hayatı umumiyemizin yeni esasatı hukukiyesi nazarî ve tatbikî sahada tecelli ve tahakkuk edinceye kadar geçecek zamanı temin eden bizzat milletimiz ve onun inkılâbındaki yorulmaz ve yıpranmaz kuvvet olacaktır.

Talebe Efendiler!

Yeni Türk hayatı içtimaiyesinin bâni ve müeyyidi olmak iddiasıyla tahsile başlayan sizler; cumhuriyet devrinin hakiki ulemayı hukuku olacaksınız; bir an evvel yetişmenizi ve arzuyu milleti fiilen tatmine başlamanızı millet sabırsızlıkla beklemektedir. Sizi yetiştirecek olan profesörlere terettüp eden vazifeyi hakkıyla ifa edeceklerine eminim.

Cumhuriyetin müeyyidesi olacak bu büyük müessesenin küşadında hissettiğim saadeti hiç bir teşebbüste duymadım; ve bunu izhar ve ifade etmekle memnunum.”

(Milli Eğitimle İlgili Söylev ve Demeçler, Ankara, 1946, s. 5)

#54 - Eylül 27 2008, 14:34:29
''Cehennem, başkalarıdır. ''

16 Haziran 1926 tarihinde kendisine karşı İzmir’de girişilen suikast sonrasında Atatürk’ün, yayınladığı bildiri



“Sonuçsuz bıraktırılan suikast girişimi nedeniyle derneklerden, kuruluşlardan, memurlardan, komutanlardan, subaylardan, milletvekillerinden, arkadaş ve vatandaşlarımdan samimi üzüntülerini bildiren aldığım mektup ve telgrafnâmelerden dolayı pek duygulandım ve minnettarım. Girişimin, benim şahsımdan çok, kutsal Cumhuriyetimize ve onun dayandığı yüksek ilkelere yönelik olduğuna şüphe yoktu. Bu nedenle, genel olarak gösterilen duygularla Cumhuriyet ve ilkelerimize olan aşırı bağlılığın ne derecede bitimsiz olduğuna bir kere daha inandım. Temeli, büyük Türk milletinin ve onun kahraman evlâtlarından oluşmuş büyük ordumuzun vicdanında, akıl ve bilincinde kurulmuş olan Cumhuriyetimizin ve milletin ruhundan esinlenilen ilkelerimizin bir vücudun ortadan kaldırılması ile bozulabileceği yanılgısında bulunanlar çok boş akıllı bedbahtlardır. Bu gibi bedbahtların, Cumhuriyetin adalet ve kudret pençesinde hak ettikleri davranışla karşılaşmaktan başka bir şey elde edemezler. Benim değersiz vücudum bir gün elbet toprak olacaktır; fakat Türkiye Cumhuriyeti sonsuza kadar yaşayacaktır. Türk ulusu, güven ve mutluluğunu sağlayan ilkelerle uygarlık yolunda tereddütsüz yürümeye devam edecektir.”

(Atatürk’ten Hatıralar, Hasan Rıza Soyak, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 1973, s. 368)
#55 - Eylül 27 2008, 14:36:27
''Cehennem, başkalarıdır. ''

Atatürk’ün 1 Kasım 1926 tarihinde, TBMM II. Dönem 4.Yasama Yılını Açış Konuşması



“Büyük Millet Meclisinin sayın üyeleri,

Büyük Millet Meclisinin 8’inci çalışma yılına girerken, sayın üyeleri saygı ve sevgi ile selâmlarım. (Alkışlar) Bu yıl, soylu ulusumuzun lâyık olduğu uygar düzeydeki yerini alabilmesi için Büyük Meclisin, bir iki yıldan beri, onayladığı kanunların ve aldığı önlemlerin, genel yaşamımızda uygulamaları ile geçmiştir. Bu uygulamaların olumlu etkilerini ve belirtilerini sevinçle gözlemekteyiz.”

Aynı metinden:

“Genel reformlar içinde kabul buyurduğunuz medeni kanun, ceza ve ticaret kanunları uygulamaya konulurken, yargıçlarımızın gösterdiği çabaları ve uygun davranışları kutlarım. Kanunların, ulusun gerçek ihtiyaçlarına ve içten gelen isteklerine ne derece uygun olduğu ortaya çıkmıştır.

Sayın baylar, Türk ulusunun gelişmesine yüzyıllardan beri karşı koyan engelleri kaldırmak ve genel yaşamımıza çağdaş uygarlığın kanunlarını ve araçlarını getirmek için harcadığımız çabaların ulusun tümünün onayını almış olduğu kesindir. Aşırı isteklerini içinde gizleyen, ulusun esenliği yolunda tatmin edilmemiş görünenlerin son çırpınma girişimleri, milli irade karşısında her zaman yenilgiye uğramıştır. Ve uğrayacaktır. (Sürekli alkışlar)

Bu girişimlerin son belirtisi olarak ortaya çıkan suikast olayı, naçiz şahsımla olan ilişkisi dolayısıyla değil fakat, Türk ulusunun mert yapısına yaraşmaması ve ulusu temsil eden onurlu, yüksek bir görevi, saldırı yeri yapmayı düşünecek kadar soysuzlaşan gerici bir düşünce göstermesi yönüyle üzüntüye neden olmaktadır.

Ancak, sayıları pek az ve alçak bir toplulukla sınırlı kalan bu düşünceye karşı bütün ulusun candan gösterdiği nefret ve karşı koyma, Cumhuriyetin ve Büyük Millet Meclisi kuruluşunun millet önünde ne derece kutsal olduğunu kanıtlaması yönünden avunma ve övünme nedeni olmuştur. (Alkışlar)

Sayın üyeler, ulusumuzun yazgısına el koyduğundan beri, Büyük Millet Meclisinin ilkesi, sosyal topluluğumuzun kaybettiği yüzyılları zaman geçirmeden yerine koymak ve yöneldiği amaçlara güven ve huzurla varmak için durumun gerektirdiği önlemleri duraksamadan almak, uygulamaktır.”

Aynı metinden:

“Büyük Millet Meclisinin, son yıllarda çizdiği yönden, günden güne yapılan yanıltmalar ve karışıklıklarla ulusumuzu saptırmak isteyenlere karşı zorunlu olarak yürürlüğe koyduğu Takrir-i Sükûn Kanunu (Huzuru Koruma) bu prensibin eserlerindendir.

Bu kanunun, genel reformların iyi anlaşılması, olumlu biçimde uygulanması, genellikle huzur ve kararlılığın sağlanması ve devletin etki ve şerefinin yerleştirilmesi ve gerçekleştirilmesi konusunda ne derece faydalı olduğu açıktır. Takrir-i Sükûn Kanunu, uygunsuz davranışlara ve suiistimallere karşı koyacak basının özgürlüğünü asla kısıtlamadığı, bağlamadığı da herkesçe anlaşılmış olsa gerektir. Bu sınır içinde uygulanmakta olan Takrir-i Sükûn Kanununun ulusun hayatı için gerekli olan huzur ve güvenliğin yenileştirme ve reformların korunması ve sağlanması gibi önemli konular için, gerekli görülürse uygun bir süre daha yürürlükte kalması, Büyük Millet Meclisince göz önünde tutulmaya değer.

(Millet Meclisi Tutanak Dergisi D. II, C. 27, S. 1; Behçet Kemal Çağlar, Atatürk’ün Söylevleri, TDK Yayını, Ankara, 1968, s. 167)
#56 - Eylül 27 2008, 14:37:39
''Cehennem, başkalarıdır. ''

Atatürk’ün, Söylev’de, Teşkilât-ı Esasiye Kanununda geçen “şeriat” sözü ile ilgili açıklamaları



Efendiler, hilâfet ve din konularıyla uğraşıldığı sıralarda, Teşkilât-ı Esasiye Kanunu'ndaki bir noktanın halkın ve özellikle aydınların kafasında düğümlenip kaldığını öğrendik. Bu düğüm kanunda Cumhuriyetin ilânından sonra da bırakıldığı gibi, kanuna, düğüm teşkil edecek ikinci bir noktanın daha sokulmuş olduğunu görenler, şaşkınlıklarını gizleyememişlerdi ve bugün de gizlememektedirler.

Bu noktaları açıklayayım : 20 Ocak l921 tarihli Teşkilâtı Esasiye Kanununun 7. ve 21 Nisan 1924 tarihli Teşkilât-ı Esasiye Kanununun 26. maddesi Büyük Millet Meclisi'nin görevlerinden söz eder. Maddenin başında, Meclisin ilk görevi olmak üzere, “şeriat hükümlerinin yürütülmesi yer alır.

İşte bunun nasıl bir görev ve şeriat hükümlerinden maksadın ne olduğunu anlamakta sıkıntı çekenler vardır. Çünkü, sözü geçen maddede Büyük Millet Meclisinin “kanunları yapmak, değiştirmek, yorumlamak yürürlükten kaldırmak vb” gibi belirtilen ve sayılan görevleri o kadar geniş kapsamlı ve açıktır ki, “şeriat hükümlerinin yürütülmesi” diye ayrıca ve başlı başına bir klişenin yer alması gereksiz sayılmaktadır. Çünkü “şeriat” demek “kanun” demektir. “Şeriat hükümleri” demek “kanun hükümleri” demekten başka bir şey değildir ve olamaz. Başka türlüsü çağdaş hukuk anlayışı ile bağdaştırılamaz. Bu böyle olunca, “şeriat hükümleri” deyimiyle kastedilen anlam ve kavramın büsbütün başka bir şey olması gerekir.

Efendiler, ilk Teşkilât-ı Esasiye Kanunu'nu hazırlayanlara bizzat başkanlık ediyordum. Yapmakta olduğumuz kanunla, “şer i hükümler” deyiminin bir ilişkisi olmadığını anlatmak için çok çalıştık. Fakat bu deyime, kendi zanlarınca bambaşka anlam verenleri inandırmak mümkün olmadı.

İkinci nokta Efendiler, yeni Teşkilât-ı Esasiye Kanununun ikinci maddesinin başında yer alan “Türkiye Devleti'nin dini, İslâm dinidir” cümlesidir. Bu cümle daha Teşkilât-ı Esasiye Kanunu'na geçmeden çok önce İzmit’te, İstanbul ve İzmit basın mensuplarıyla yaptığımız uzun bir görüşme ve sohbet sırasında, karşımdakilerden birinin şu sorusuyla karşılaştım: “Yeni hükümetin dini olacak mı?”

İtiraf edeyim ki, böyle bir soru ile karşılaşmayı hiç de istemiyordum. Sebebi, pek kısa olması gereken cevabın, o günkü şartlara göre ağzımdan çıkmasını henüz istemeyişimdir. Çünkü, vatandaşları arasında çeşitli dinlere bağlı unsurlar bulunan ve her dinden olanlar hakkında adaletli ve tarafsız davranmak, mahkemelerinde vatandaşları ve yabancılar için adaleti eşit ölçülerle uygulamakla yükümlü bulunan bir hükümet, düşünce ve vicdan hürriyetine saygılı olmak zorundadır. Hükümetin bu tabiî sıfatının, şüpheli yoruma yol açabilecek vasıflarla sınırlandırılması elbette doğru değildir.

“Türkiye Devleti'nin resmî dili Türkçe'dir” dediğimiz zaman bunu herkes anlar. Hükümetle olan resmî işlemlerde Türk dilinin geçerli olmasını herkes tabii bulur. Fakat, “Türkiye Devletinin dini İslâm dinidir” cümlesi aynı şekilde mi anlaşılacak ve kabul edilecektir? Bu elbette, açıklanmaya ve yorumlanmaya muhtaçtır.

Efendiler, karşımdaki gazetecinin sorusuna “hükümetin dini olamaz!” diyemedim. Aksini söyledim.

Vardır Efendim, İslâm dinidir, dedim. Fakat, hemen arkasını “ İslâm dininde düşünce özgürlüğü vardır” cümlesiyle cevabımı açıklamak ve yorumlamak gereğini duydum. Demek istedim ki, devlet, düşünce ve vicdana saygı göstermekle kayıtlı ve yükümlü olur.

Karşımdaki gazeteci, verdiğim cevabı akla yatkın bulmadı ki, sorusunu şu tarzda tekrarladı: “Yani devlet bir dine bağlı kalacak mı?”

“Kalacak mı, kalmayacak mı bilmem!” dedim. Konuyu kapatmak istedim. Fakat, mümkün olmadı.

O halde, denildi; herhangi bir konuda inançlarım ve düşüncelerim doğrultusunda bir fikir ortaya atmaktan, hükümet beni engelleyecek veya cezalandıracaktır. Oysa, herkes kendi vicdanını susturmaya imkân görecek mi? O zaman iki şey düşündüm. Biri, yeni Türkiye Devletinde her ergin şahıs dinini seçmekte serbest olmayacak mıdır? sorusu. Diğeri, Hoca Şükrü Efendinin : “Bazı yüksek din arkadaşlarımızla birlikte düşündüklerimizi şeriat kitaplarında yer almış belirli ve değişmez İslâmî hükümleri yayınlayarak, maalesef yanıltıldığı görülen İslâm kamuoyunu aydınlatmayı boynumuza borç bir görev saydık” girişinden sonra yer alan “İslâm halifesinin görevi, dinin emirlerini korumak ve kollamakta peygamberin yerini tutmaktır. Dinî hükümler koymakta da yüce Peygamber Efendimizin vekilliğini yapmaktır” sözleri.

Oysa, Hocanın sözlerini uygulamaya kalkışmak, millî hâkimiyeti, vicdan hürriyetini kaldırmaya çalışmaktı. Bundan başka; Hocanın bilgi dağarcığında, Yezitler zamanında yazdırılmış istibdat rejimine has formüller bulunmuyor muydu?

O halde, ne anlama geldiği ve ne kastedildiği artık herkesçe iyiden iyiye anlaşılmış bulunan devlet ve hükümet kavramlarını ve millet meclislerinin görevlerini din ve şeriat kılıklarına bürüyerek kim ve ne için aldatılacaktır?

Gerçek bundan ibaret olmakla birlikte, o gün İzmit'te basın mensuplarıyla, bu konuda daha fazla görüşmekte yarar yoktu. Cumhuriyetin ilânından sonra da, yeni Teşkilât-ı Esasiye Kanunu yapılırken, lâik devlet deyiminden dinsizlik anlamı çıkarmak eğiliminde olanlara ve bundan yararlanmak isteyenlere fırsat vermemek için, kanunun ikinci maddesini anlamsız kılan bir deyimin sokulmasına göz yumulmuştur.

Kanunun gerek 2. ve gerek 26. maddelerinde fazladan yer alan, yeni Türkiye Devleti'nin ve Cumhuriyet rejimimizin çağdaş karakteriyle bağdaşmayan deyimler, inkılâp ve Cumhuriyetin o gün için sakıncalı görmediği tavizlerdir.

Millet, bu fazlalıkları, Teşkilât-ı Esasiye Kanunumuzdan ilk fırsatta kaldırmalıdır!

(Kemal Atatürk, Nutuk 1919-1927;Atatürk Araştırma Merkezi Yayını; Bugünkü Dille Yayına Hazırlayan: Prof. Dr. Zeynep Korkmaz, Ankara 1995, s. 483-484; 1927 baskısında s. 435-436)
#57 - Eylül 27 2008, 14:38:29
''Cehennem, başkalarıdır. ''

Atatürk’ün, Fransız Hükümeti ile yapılan görüşmeler ve Ankara Anlaşması ile ilgili olarak, Söylev’de yaptığı açıklamalardan



Efendiler, Sakarya Zaferinden sonra, Batı ile yaptığımız olumlu ve verimli temas ve görüşmeler Ankara Anlaşması ile sonuçlanmıştır. Bu anlaşma Ankara’da, 20 Ekim 1921’de imza edilmiştir. Bu konuda özet halinde bir bilgi vermek için, kısa bir açıklamada bulunayım :

Bekir Sami Bey’in başkanlığındaki delegeler heyetinin gittiği Londra Konferansı’ndan sonra, bildiğiniz üzere, İkinci İnönü Zaferiyle sonuçlanan Yunan taarruzu geri püskürtülmüştü. Bir zaman için, askeri durum sakinleşti. Rusya ile, Moskova Anlaşması imzalanmış ve doğudaki durumumuz açıklık kazanmıştı. İtilâf Devletlerinden de milli ilkelerimize saygılı olabileceklerle anlaşmanın yararlı olacağı düşünülmekteydi. Adana, Antep ve dolaylarını yabancı işgalinden kurtarmak, bizce önemli görülmekteydi.

Çeşitli sebeplerle, Suriye’den başka, bu adı geçen illeri işgalleri altında bulunduran Fransızların da, bizimle anlaşma eğiliminde oldukları anlaşılıyordu. Gerçi, Bekir Sami Bey’in Mösyö Briand (Briyan)’la yaptığı fakat milli olmayan anlaşma reddedilmiş idiyse de, ne Fransızlar ne de biz çarpışmaları sürdürmeye istekli değildik. Bu yüzden her iki taraf birbiriyle görüşme yollarını aramaya başladı. Fransız Hükümeti, eski bakanlardan Mösyö Franklin Bouillon (Franklen Buyon)’u önce gayri resmi olarak Ankara’ya göndermişti. 9 Haziran 1921 tarihinde Ankara’ya gelen Mösyö Franklin Bouillon ile Dışişleri Bakanı Yusuf Kemal Bey ve Fevzi Paşa Hazretleri’nin de katılmasıyla, bizzat iki hafta süren görüşmeler yaptım.

Birbirimizi tanımakla geçen özel bir buluşmadan sonra, 13 Haziran 1921 Pazartesi günü, Ankara istasyonundaki bana ait dairede yaptığımız ilk toplantıda görüşmelerimizin hareket noktasını belirtmek gerektiğinden söz ederek konuşmaya başladık. Ben, bizim için hareket noktasının Misak-ı Milli’de tespit edilen ilkeler olduğunu ortaya attım.

Mösyö Franklin Bouillon, ilkeler üzerindeki tartışmanın güçlüklerini ileri sürerek, Sevres Antlaşması’nın bir oldu bitti olarak ortada bulunduğunu söyledikten sonra, Londra’da Bekir Sami Bey’le Mösyö Briand’ın yaptıkları anlaşmayı temel almanın ve bu anlaşmanın Misak-ı Milli’ye aykırı olan noktaları üzerinde tartışmanın yerinde olacağı görüşünü savundu. Bu teklifinde haklı olduğunu göstermek için, Londra’da giden delegelerimizin Misak-ı Milli’den söz etmediklerini, Misak-ı Milli’nin ve Milli Mücadele’nin, değil Avrupa’da, daha İstanbul’da bile değeri anlaşılamamış olduğunu söyledi.

Ben verdiğim cevaplarda dedim ki : “Eski Osmanlı İmparatorluğu’ndan yeni bir Türk Devleti doğmuştu. Bunu tanımak gerekir. Bu yeni Türkiye, her bağımsız devlet gibi haklarını tanıtacaktır. Sevres Antlaşması Türk milleti için öylesine uğursuz bir idam kararnâmesidir ki, onun bir dost ağzından çıkmamasını dileriz. Bu konuşmamız sırasında bile Sevres Antlaşmasını ağzıma almak istemem. Sevres Antlaşması’nı kafasından çıkarmayan milletlerle güven temeline dayanan ilişkilere girişemeyiz. Bize göre böyle bir antlaşma yoktur. Londra’ya giden delege heyetimizin başkanı eğer bundan bahsetmemişse, verdiğimiz talimat ve yetki çerçevesinde hareket etmemiş demektir. Yanlış iş görmüştür. Bu yanlışlık yüzünden Avrupa ve özellikle Fransız kamuoyunda ters etkiler doğduğu görülüyor. Bekir Sami Bey’in gittiği yoldan hareket edersek, biz de aynı yanlışlığı yapmış oluruz. Avrupa’nın Misak-ı Milli deyimini öğrenmemiş olabilir. Fakat, yıllardan beri kan döktüğümüzü gören Avrupa ve bütün dünya, şu kanlı mücadelelerin neden ileri geldiğini elbette düşünmektedir. İstanbul’un Misak-ı Milli’den ve Milli Mücadeleden haberi olmadığı yolundaki sözler doğru değildir. İstanbul halkı, bütün Türk milleti gibi, Milli mücadeleyi bilmektedir ve ondan yanadır. Bu mücadeleyi bilmezlikten gelen ve ona karşı görünen kimselerle bunların yardakçıları azdır ve milletçe de tanınmaktadır.”

Franklin Boullion, Bekir Sami Beyin kendisine verilen talimat ve yetki dışına çıkarak hareket etmiş olduğu yolundaki sözlerim üzerine dediler ki, “bunu açıklayabilir miyim?” Sözlerimi istediği yere bildirip anlatabileceğini söyledim. Mösyö Franklin Boullion, Bekir Sami Beyle yapılan anlaşmadan ayrılmamak için mazeret ileri sürerken, Bekir Sami Beyin, bir Misak-ı Milli olduğundan ve onun sınırları dışına çıkamayacağından söz etmediğini, eğer bundan söz etmiş olsaydı, o zaman ona göre görüşülüp gerektiği şekilde hareket edilebileceğini; ancak şimdi durumun güçleştiğini tekrarladı. Batıdaki kamuoyu, bu Türkler, delegeleri vasıtasıyla bunu niçin dile getirmemişler de şimdi yeni yeni meseleler çıkarıyorlar diyeceklerdir.

Nihayet, uzun görüşme ve tartışmalardan sonra, Mösyö Franklin Boullion, Misak-ı Milliyi okuyup anladıktan sonra yeniden görüşmek üzere, toplantının ertelenmesini teklif etti. Ondan sonra Misak-ı Millinin maddeleri baştan sona kadar birer birer okunarak görüşme ve tartışmaya devam edildi. Üzerinde en çok durulan nokta, kapitülâsyonlârın kaldırılması ve istiklâlimizin tam olarak sağlanmasını isteyen madde oldu. Mösyö Franklin Bouillon, bu meselelerin incelenmesi ve üzerinde durulması gerektiğini bildirdi. Ben bu noktaya cevap verdim. Söylediklerimin özeti şuydu : “Tam istiklâl, bizim bugün üzerimize aldığımız görevin can damarıdır. Bu görev, bütün millete ve tarihe karşı yüklenilmiştir. Bu görevi yüklenirken, ne ölçüde başarılabileceği üzerinde hiç şüphe yok ki çok düşündük. Fakat sonunda vardığımız kanaat ve inanç, bunda başarılı olabileceğimizdir. Biz, böyle işe başlamış adamlarız. Bizden öncekilerin yaptıkları yanlışlıklar yüzünden, milletimiz sözde var sanılan istiklâline gerçekte sahip değildi. Şimdiye kadar Türkiye'yi medeniyet dünyasında kusurlu gösteren neler düşünülebilirse, hep bu yanlışlıktan ve bu yanlışlığa boyun eğmekten ileri gelmektedir. Bu yanlışlığa boyun eğmenin sonucu, mutlaka, memleket ve milletin bütün haysiyetini ve bütün yaşama kabiliyetini kaybetmesine ve ondan yoksun kalmasına yol açabilir. Biz, yaşamak isteyen, haysiyet ve şerefiyle yaşamak isteyen bir milletiz. Bir yanlışlığa boyun eğme yüzünden bu vasıflardan yoksun kalmaya katlanamayız. Aydın olsun cahil olsun, istisnasız milletimizin bütün fertleri, belki işin içindeki güçlüğü iyice kavramamış olsalar bile, bugün yalnız tek bir nokta etrafında toplanmış ve fakat sonuna kadar kanını akıtmaya karar vermiştir. O nokta, istiklâlimizin tam olarak kazanılması ve devam ettirilmesidir.

Tam istiklâl demek, elbette, siyasî, malî, iktisadî, adlî, askerî, kültürel vb. her alanda tam bir bağımsızlığa ve hürriyete kavuşmak demektir. Bu saydıklarımın herhangi birinde istiklâlden yoksun kalmak, millet ve memleketin gerçek anlamıyla bütün istiklâlinden yoksun kalması demektir.

Biz, bunu elde etmeden barış ve huzura kavuşacağımız inancında değiliz. Şekil ve usullere uyarak barış yapabiliriz, anlaşma yapabiliriz. Ancak, istiklâlimizi tam olarak sağlamayacak olan bu gibi barışlar, uyuşma ve anlaşmalarla, milletimiz hiçbir vakit varlığına ve huzura kavuşamayacaktır. Belki de silâhlı mücadelesini bırakarak, yıkıma sürüklenmeye razı olacaktır. Eğer milletimiz buna razı olsaydı, bunu kabul edebilecek yaratılışta bulunsaydı, iki yıldan beri mücadele etmeye hiç de gerek kalmazdı. Daha ateşkes anlaşmasının. ertesinde harekete geçmemek olabilirdi.

Mösyö Franklin Bouillon, bu sözlerim karşısında, ciddî ve samimî olarak bazı görüşler ileri sürdü ve en sonunda da bunun zaman meselesi olduğu görüşünü belirtti.

Efendiler, Mösyö Franklin Bouillon ile önemli ve ikinci derecede kalan sorunlar üzerinde günlerce ve günlerce görüştük. Sonuç olarak birbirimizi, düşüncelerimizle, duygularımızla ve tutumlarımızla anlayabildik sanırım. Fakat Fransız Hükümetiyle Türk Milli hükümeti arasında, kesin anlaşma noktalarının tespit edilebilmesi için biraz daha zaman geçmesi zaruri oldu. Ne bekleniyordu? Belki de, Türk milli varlığının Birinci ve İkinci İnönü Muharebesinden sonra daha büyücek bir eserle ispatlanmış olması!.. gerçekten de, Mösyö Franklin Bouillon’un kesin karara vararak imza ettiği Ankara Anlaşması, büyük ve kanlı Sakarya Meydan Muharebesi’nden otuz yedi gün sonra, arz etmiş olduğum gibi, 20 Ekim 1921’de doğmuş olan bir belgedir.

Bu anlaşma ile, siyasi, iktisadi, askeri vb. hiçbir alanda bağımsızlığımızdan hiçbir şey feda etmeksizin, vatan topraklarımızın değerli parçalarını işgalden kurtarmış olduk. Bu anlaşma ile milli davamız ilk defa olarak Batı devletlerinden biri tarafında onaylanmış ve açıklanmış oldu.

(Kemal Atatürk, Nutuk 1919-1927;Atatürk Araştırma Merkezi Yayını; Bugünkü Dille Yayına Hazırlayan: Prof. Dr. Zeynep Korkmaz, Ankara 1995, s. 422-424; 1927 baskısında s. 385-386)
#58 - Eylül 27 2008, 14:40:26
''Cehennem, başkalarıdır. ''

Atatürk’ün Söylev’de, Takrir-i Sükûn Kanunu ve İstiklâl Mahkemeleri ile ilgili açıklamalarından



Politika dünyasında birçok oyunlar görülür. Fakat, kutsal bir ülkünün belirtisi olan Cumhuriyet yönetimine karşı, çağdaşlaşmaya karşı, cahillik, bağnazlık ve her türlü düşmanlık ayağa kalktığı zaman; özellikle ilerici ve cumhuriyetçi olanların yeri, gerçek ilerici ve cumhuriyetçi olanların yanıdır; yoksa gericilerin umut ve çalışma kaynağı olan yer değil…

Ne oldu baylar? Hükümet ve Meclis olağanüstü tedbirler almayı gerekli gördü. Takrir-i Sükûn Kanunu çıkardı. İstiklâl Mahkemelerini kurdu. Ordunun savaşa hazır sekiz-dokuz tümenini, ayaklananları yola getirmek için uzun süre görevlendirdi. “Terakkiperver Cumhuriyet Partisi” denilen zararlı siyasal kuruluşu kapattı.

Sonunda, doğallıkla Cumhuriyet başarı kazandı. Ayaklananlar yok edildi. Ama Cumhuriyet düşmanları, büyük komplonun bittiğini kabul etmediler. Alçakça, son bir girişim yaptılar. Bu da İzmir’de düzenlenen cana kıyma girişimidir. Cumhuriyet mahkemelerinin ezici eli, bu kez de cumhuriyeti cana kıyıcıların elinden kurtarmayı başardı.

Sayın Baylar, durumun ağırlaşması üzerine, hükümetçe olağanüstü önlemler alınması gerektiği yolundaki görüşümüzü ilk belirttiğimiz zaman, bunu iyi karşılamayanlar vardı. Takrir-i Sükûn Kanununu ve İstiklâl Mahkemelerini zorbalık aracı olarak kullanacağımız düşüncesini ortaya atanlar ve bu düşünceyi aşılamaya çalışanlar oldu.

Kuşkusuz, zaman ve olaylar, bu tiksinti verici düşünceyi aşılamaya çalışanları, utanacak duruma düşürmüştür. Biz, alınan olağanüstü, ama yasaya uygun önlemleri, hiçbir zaman ve hiçbir biçimde, yasa dışına çıkmak için araç olarak kullanmadık, tersine, yurtta dirlik ve düzeni kurmak için uyguladık. Biz, o önlemleri, ulusun uygarlaşmasına ve toplumsal gelişmesine yararlı kıldık.

Baylar, aldığımız olağanüstü önlemlerin uygulanmasına gerekseme kalmadığı görüldükçe, onların uygulanmasından vazgeçilmekte duraksanmamıştır. Nitekim İstiklâl Mahkemeleri, iş bitince kaldırıldığı gibi, Takrir-i Sükûn Kanunu da, yürürlük süresi sonunda yeniden Büyük Millet Meclisinin incelemesine sunuldu. Meclis yasanın bir süre daha yürürlükte kalmasını gerekli görmüş ise, kuşkusuz bu, ulusun ve Cumhuriyetin yüksek yararları içindir. Yüksek Meclisin, bize zorbalık aracı vermek için bu kararı aldığı düşünülebilir mi?

Baylar, Takriri Sükûn yasasının yürürlükte ve İstiklâl Mahkemelerinin çalışmakta bulunduğu süre içinde yapılan işleri göz önüne getirecek olursanız, Meclisin ve ulusun güven ve inancının tam yerinde kullanıldığı kendiliğinden anlaşılır.

Yurtta yapılan büyük ayaklanma ve cana kıyma düzenleri ortadan kaldırılarak sağlanan dirlik ve düzenlik, kuşkusuz, kamuyu sevindirmiştir.

Baylar, tekke ve zaviyelerle türbelerin kapatılması ve bütün tarikatlarla, şeyhlik, dervişlik, müritlik, çelebilik, falcılık, büyücülük, türbe bekçiliği vb. gibi birtakım sanların kaldırılması ve yasak edilmesi de Takriri Sükûn Yasası yürürlükte iken yapılmış işlerdir. Bunlarla ilgili yürütüm ve uygulamaların, halkımızın, boş inanlara bağlı, ilkel bir topluluk olmadığını göstermesi bakımından, ne denli gerekli olduğunu çok iyi bilirsiniz.

Birtakım şeyhlerin, dedelerin, seyitlerin, çelebilerin, babaların, emirlerin arkasından sürüklenen ve alınyazılarını ve canlarını, falcıların, büyücülerin, üfürükçülerin, muskacıların ellerine bırakan insanlardan meydana gelmiş bir topluluğa, uygar bir ulus gözüyle bakılabilir mi? Ulusumuzun gerçek niteliğini, yanlış bir yolda gösterebilen ve yüzyıllarca göstermiş olan bu gibi adamların ve kurumların, Yeni Türkiye Devletinde, Türk Cumhuriyetinde daha da çalışmalarına göz yummalı mıydı? Buna önem vermemek, ilerleme ve yenileşme adına, en büyük ve düzeltilemez bir yanılgı olmaz mıydı? İşte biz, Takriri Sükûn Yasasının yürürlükte oluşundan yararlandıksa, bu tarihsel yanılgıyı işlememek için; ulusumuzun alnını, olduğu gibi açık ve temiz göstermek için; ulusumuzun bağnaz ve ortaçağ anlayışı olmadığını tanıtlamak için yararlandık.

Baylar, ulusumuzun toplumsal, tutumsal, kısacası, bütün uygarlıkla ilgili iş ve ilişkilerinde verimli sonuçlar sağlayan yeni yasalarımız da, kadın özgürlüğünü güven altına alan ve aileyi sağlamlaştıran Yurttaşlar Yasası da bu sözünü ettiğim zaman içinde yapılmıştır. Şunu söylemeliyim ki biz, her araçtan, yalnız ve ancak bir ülkü için yararlanırız. O ülkü şudur: Türk ulusunu, uygar toplumlar içinde yaraştığı kata yükseltmek ve Türk Cumhuriyetini sarsılmaz temelleri üzerinde, her gün daha çok güçlendirmek; bunun için de, zorbalık düşüncesini öldürmek.

Sayın baylar, sizi, günlerce işlerinizden alıkoyan uzun ve ayrıntılı sözlerim, en sonu tarihe mal olmuş bir çağın öyküsüdür. Bunda, ulusum için ve yarınki çocuklarımız için dikkat ve uyanıklık sağlayabilecek kimi noktaları belirtebilmiş isem kendimi mutlu sayacağım.

Baylar, bu söylevimle, ulusal varlığı sona ermiş sayılan büyük bir ulusun, bağımsızlığını nasıl kazandığını; bilim ve tekniğin en son ilkelerine dayanan ulusal ve çağdaş bir devleti nasıl kurduğunu anlatmaya çalıştım.

(Atatürk,Kemal; Söylev, Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara 1978, C.II, s. 653)
#59 - Eylül 27 2008, 14:42:01
''Cehennem, başkalarıdır. ''

Atatürk’ün, Söylev’de, Ali Rıza Paşa Hükümetinin işgal karşısındaki tutumu ile ilgili açıklamalarından



Baylar, Osmanlı Hükümeti, bu notaya verdiği yanıtta: “İzmir’e Yunanlıların nasıl girdiğini; Karma Komisyonun nasıl soruşturma yaptığını ve soruşturmaya değin geçen zaman içinde, Yunan yırtıcılığı karşısında halkın nasıl canını kurtarma ve namusunu koruma kaygısına düştüğünü; hükümetle ordunun her zaman Soruşturma Komisyonunun adaletine ve insafına güvendiğini; yalnız, akan kanları geçici de olsa dindirmek için, Osmanlı Harbiye Nâzırlığının General Miln Cenaplarına 23 Ağustos 1919 günlü yazı ile öneride bulunmuş olduğunu bildiriyor ve bu önerinin, Yunan birlikleriyle Ulusal Kuvvetler arasında Osmanlı birlikleri yerleştirmek olduğunu; fakat bu önerinin kabul edilmediğini” açıklıyor.

Sonra : “Yunanlıların girdikleri bölgeye Yunan birliklerinden başka, İtilâf devletleri birliklerinin girmeleri önerisiyle ilgili 20 ve 27 Ağustos 1919 günlü iki yazıya ve bunların yanıtsız kaldığına” işaret olunuyor.

Bundan sonra da: “General Miln Cenaplarının, kendi çizdiği sınırı gösterir yazılarının (3 Kasım 1919) Harbiye Nâzırlığına gönderilmesi noktasına değinilerek, Harbiye Nâzırının, böyle bir yazı hükümlerini uygulamaya tek başına yetkili olmaması dolayısıyla, hükümete başvurduğunun ve hükümetçe de komiserlere durumun bildirildiğinden” söz ediliyor.

Daha sonra, geçici s??nır çizgisine değin Yunanlıların girmesine engel olan kuvvetin, halk topluluğu olduğu bildiriliyor. Hükümetin ve ordunun, halkın bu tutumunu önleyemediği belirtilerek, işe (adaletli) bir çözüm yolu bulunması bir daha rica ediliyor ve: "Gerek hükümeti ve gerek Harbiye Nâzırlığını, sözde Yüksek Kurul kararlarını uygulamıyor gibi bir suçlamadan artık kurtarmaya iyilikseverlikle aracı olunması” yolundaki yalvarmalara üstün saygılar da eklenerek, karşılık yazıya son veriliyor. (Belge : 218)

Sayın baylar, şimdi de Cemal Paşanın mektuplarında dokunduğu noktalara işaret edeceğim.

Harbiye Nâzırı, bize İtilâf devletleri komiserlerinin notasını okuturken bir yandan da, öteden beri yaptırmak ya da bizi yapmaktan alıkoymak istediği noktaları yineliyor ve pekiştiriyordu. Cemal Paşanın, istediklerini bu kez ileri sürer ve önerirken, sözü geçen notayı da okutarak bizim ruhsal ve içsel durumumuz üzerinde etki yapmayı düşünmüş olduğunu kestirmek, bilmem doğru olur mu?

Cemal Paşa, İtilâf devletlerinin siyasal eğilimlerinden söz ettikten sonra: “Hükümet, Wilson ilkelerine göre kabul edebileceği yenilikleri yapmaya söz verir nitelikte bir bildiriyi yakında yayımlayacaktır. Dahiliye Nâzırını gücendirmemelidir; çünkü görevinden çekilir. O çekilince bunalım olur. Meclis açıldığı zaman Dahiliye ve Hariciye nâzırları kesin olarak değiştirilecektir. Düşmanlar, Meclisi açtırmamak istiyorlar. Dahası, Muhipler Cemiyetinin Padişaha başvurarak bu Meclisin yasal olmadığını bildirip dağıtılmasını isteyeceği haber alındı.” (Belge: 219) diyor ve milletvekillerinin Ankara’ya gelmesi işinden söz ediyor.

Şimdi baylar, bu üç belgeyi göz önünde tutarak, hep birlikte, kısa bir yorumlama yapalım:

Komiserlerin notasından anlıyoruz ki, İtilâf devletlerinin Karadeniz Başkomutanı Bay Corç Miln, Osmanlı Devletinin Harbiye Nâzırına, Cemal Paşa’ya, doğrudan doğruya kendi buyruğu altındaymış gibi yönerge ve buyruklar vermektedir. Cemal Paşa, şimdiye dek bize bundan söz etmedi.

Ve yine anlıyoruz ki, Osmanlı Devletinin Harbiye Nâzırı, aldığı yönerge ve buyrukları yerine getirmemekten ve kabul edilemeyecek özürler ve nedenler ileri sürmüş olmaktan ötürü suçlanıyor.

Harbiye Nâzırının aldığı buyrukların ne olduğunu kestiriyoruz ve niçin yerine getirmemekte olduğunu da anlıyoruz. Çünkü, Ulusal Kuvvetler engel olmaktadır. Ulusal Kuvvetler, Harbiye Nâzırının ve hükümetin, Başkomutan Bay Corç Miln’in buyruklarına ve yönergelerine uyarak verdiği ya da vereceği buyruklara boyun eğmiyor. İşte komiserler bunu, Paris’teki Konferans adına kabul edilebilecek özür ve neden saymıyorlar. Demek istiyorlar ki hükümetseniz, Harbiye Nâzırı iseniz; ülkeye, ulusa, orduya egemen olmalısınız. Egemen iseniz özürler ve nedenler kabul edilemez.

Baylar, Ali Rıza Paşa Hükümeti, 2 Ekim 1919’da işbaşına geldi. Ondan önce Ferit Paşa Hükümeti vardı. Bu duruma göre, Ulusal Kuvvetlerle Yunan birlikleri arasında Osmanlı birlikleri yerleştirilmesiyle ilgili, 23 Ağustos 1919 günlü öneriyi yapan Ferit Paşa Hükümetidir. Düşman eline geçen bölgenin yalnız İtilâf birlikleri elinde bulunmasıyla ilgili 20 ve 27 Ağustos 1919 günlü önerileri yapan da Ferit Paşa Hükümetidir.

Ali Rıza Paşa Hükümeti daha bir öneri ortaya atmış değildir. Ama tersine, Başkomutan Miln, 3 Kasım 1919 günü düşmanların gireceği bölgenin sınırını belirtiyor ve bu sınıra değin Yunanlıların girmesinin sağlanmasını Harbiye Nâzırı Cemal Paşa’ya buyuruyor. İşte Cemal Paşanın yerine getiremediği buyruk bu olur. Teşekkür olunur ki gerek kendisi ve gerek üyesi bulunduğu hükümet, iş başına geldiklerinden çok çok bir ay sonra, Ulusal Kuvvetler karşısında güçsüz olduklarını, yabancı komiserlere söyleyebilmişlerdir.

Baylar, bu belgelerden anlaşılması gereken en önemli ve en anlamlı nokta, bence, hükümetin ortak notaya verdiği yanıtta, komiserlerin ileri sürdükleri noktalara büyük bir alçak gönüllükle ve büyük bir incelikle karşılık verilirken bir yön üzerinde hiç durulmamış olmasıdır. O da baylar, Bay Corç Miln’in doğrudan doğruya Osmanlı Devletinin Harbiye Nâzırına buyruk ve yönerge vermekte olmasıdır. Bu durum, ne ulusun örgüte karşı her şeyi onur işi yapan Harbiye Nâzırının, ne de Osmanlı Devletinin bağımsızlığını sağlamak sorumluluğunu yüklenmiş olan hükümetin onuruna dokunmuyor. Bu durumun, kendilerinin onurunu ve devletin bağımsızlığını çoktan zedelemiş olduğunu anlamak istemiyorlar. Hiç olmazsa protesto etmiyorlar. Hiç olmazsa: “Bağımsızlığı ortada kaldıran bu sataşmaya ve saldırıya maşa olamayız!” diye bağırmayı göze alamıyorlar… Göze alamıyorlar baylar, çünkü korkuyorlar. Nitekim korktukları başlarına geldi. Bunu yakında göreceğiz. Korkmamak için, insanlık onuruna ve ulusal onura dokunulmayacak bir çevrede ve öyle koşullar içinde bulunmak gerekir. Buna önem vermeyenlerin, aslında bir insan için, bir ulus için dokunulmaz olarak kalması en büyük namus ülküsü olan kutsal kavramlar üzerinde, çoktan saygısız ve duygusuz oldukları yargısına varmakta yanlışlık yoktur.

Adalet dilenmekle ve başkalarını kendine acındırmakla ulus işleri, devlet işleri görülemez; ulusun ve devletin onuru ve bağımsızlığı güven altına alınamaz.

Adalet dilenmek ve acındırmak gibi bir ilke yoktur. Türk ulusu, Türkiye’nin yarınki çocukları, bunu bir an uslarından çıkarmamalıdırlar.

(Söylev, Atatürk, TDK Yayınları, Bugünkü dile çevrilmesinde çalışanlar: Dr. Mehmet Tuğrul, Salâh Birsel, Cahit Öztelli; Ankara, 1978; C.I, s. 254-257)
#60 - Eylül 27 2008, 14:43:01
''Cehennem, başkalarıdır. ''

Atatürk’ün Ankara Hukuk Mektebinin ilk mezunlarını kutlamak için yazdığı telgraf 24 Temmuz 1928



Ankara Hukuk Mektebi Tedris Heyeti Reis Vekili Cemil Beyefendiye,

Ankara hukuk Mektebinin ilk mezunlarını ve profesörlerini tebrik, ve mezun efendilerin memlekete hayırlı hizmetlerde bulunmalarını temenni ederim.

Reisi Cumhur

Gazi Mustafa Kemal

(Vakit Gazetesi, 25 Temmuz 1928, s. 3; Zikreden: Sadi Borak-Dr. Utkan Kocatürk; Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, C. V, Ankara, 1972, s. 160 )
#61 - Eylül 27 2008, 14:44:23
''Cehennem, başkalarıdır. ''

Atatürk’ün, 1 Kasım 1928 tarihinde TBMM III. Dönem 2. Yasama Yılını Açış Konuşması



“Sayın baylar,

Adliyemizin işleyişi sürekli olarak bir gelişim göstermektedir. Çağdaş ve uygar kanunlar, vatandaşların gereksinimine yeterli mahkemeler ile birlikte, özellikle bilgili hakimler temeline dayanan adalet düşüncemiz ve kuruluşlarımızın geçen yılı övünçle anılabilir. (Alkışlar) Bu dönemde de aynı hedeflere doğru yeniden gelişmeler sağlanacağını kuvvetle ummaktayım.

Ceza Muhakemeleri Usulü, Deniz Ticareti, İcra İflâs Kanun tasarıları bu dönemde size sunulacaktır.

Öksüzlerin haklarını korumak için koyduğunuz önlemlerin bu günkü verimi cidden sevindirecek bir sonuçtur. Eski adliye, eski düşünce ve eski usullerden üç yıl önce ancak üç yüz sekiz bin lira devralmış olan Cumhuriyet, bu gün Emlâk ve Eytam (Öksüzler) Bankasına altı milyon iki yüz yirmi bin küsur lira teslim etmiş bulunuyor. (Alkışlar)”

(Millet Meclisi Tutanak Dergisi D. III, C. 5, S. 2)
#62 - Eylül 27 2008, 14:45:06
''Cehennem, başkalarıdır. ''

Atatürk’ün 1 Kasım 1929 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin III. Dönem 3. Yasama Yılını Açış Konuşması



“Büyük Millet Meclisinin sayın üyeleri,

Büyük Millet Meclisinin III. dönem 3. yasama yılını açıyorum. Büyük Millet Meclisinin, her toplantı yılı bizim için yeni bir hayat ve çalışma kaynağıdır. Bu verimli kaynağın karşısında bulunmaktan duygulanmış olarak sayın arkadaşlarımı sevgi ve saygılarımla selamlarım. (Alkışlar, teşekkür ederiz, sesleri)

Geçen yılı ülkemiz huzur ve güvenlik içinde geçirmiştir. Cumhuriyetin iç politikası, vatandaşın yaşamını, hiçbir baskı ve saldırganlığın etkisinde bırakmaksızın sağlayabilmektir. Bu politika dikkatle izlenmektedir. Bu konuda Cumhuriyet jandarma ve polisinin görev ve özverisi yüksek övgümüze değer. Bunu sevinerek belirtirim. Ülkenin fikri ve ekonomik gelişmesi yönünden bir ilerleme alanı olmasına çalışmak idealimizdir. (Alkışlar) Fakat bu gelişme, uygar ve milli olmalıdır, sınırlarımız dışından etki almasını prensiplerimize uygun bulamayız. En yeni yasalarla donatılmış olan adliyemizin doğru karar verme yeteneği ve adaleti uygulama konusunda gösterdiği dikkat, milletin huzur ve düzenini korumaya yeterli güce sahiptir.”

(Millet Meclisi Tutanak Dergisi D. III, C. 13, S. 2)
#63 - Eylül 27 2008, 14:46:06
''Cehennem, başkalarıdır. ''

Atatürk’ün, gerçek anlamda Cumhuriyetle bağdaşmayan ömür boyu Cumhurbaşkanlığı önerisine karşı 25 Eylül 1930’da Ankara’da bulunan İstanbul gazetelerinin başyazarlarına verdiği cevap



“- Bana öteden beri bu ve buna mümasil (benzer) tekliflerde bulunanlar çok olmuştur. Siz ve efkar-ı umumiye (kamuoyu) bilmelisiniz ki, bu yoldaki teklifler hoşuma gitmemiştir ve gitmez.

Benim gayem Türkiye’de, yeni Türkiye Cumhuriyetinde millet hakimiyetini takviye etmek ve ebedileştirmektir. Dediğiniz gibi bu teklif benim idealimi cidden rencide eden (sızlatan) bir manâda telâkki ederim. Bu noktada şu veya bu tefsirlere giden sözlerin manâsını, beni iyi tanımış olan Türk milleti benden daha iyi takdir eder”.

(Cumhuriyet ve Milliyet Gazeteleri, 26 Eylül 1930’dan nakleden: Arar, İsmail, Atatürk’ün Bazı Konuşmaları, Belleten, Atatürk Özel Sayısı, C. LII, S. 204, Kasım 1988,, s. 967; Zikreden: Atatürk ve Cumhuriyet, Prof. Dr. Hamza Eroğlu, AAM Yayınları, Ankara, 1989; s. 97-98 )
#64 - Eylül 27 2008, 14:47:10
''Cehennem, başkalarıdır. ''

Başbakan İsmet İnönü’nün izlediği politikanın T.B.M.M. tarafından onaylanmasına rağmen, Meclisin güvenini yeterli görmeyerek, Başbakanlıktan ayrılması üzerine, bir gazetede Atatürk’ün başbakanlığı üstleneceği ile ilgili yazıların çıkması üzerine, Atatürk’ün 27 Eylül 1930 günü kalabalık bir milletvekili grubunu Çankaya’da kabul ederek çıkarılan dedikodularla ilgili ve olayları açıklayan konuşması



“Arkadaşlarımız içinde Başbakanlık yapacak kişiler çoktur. Fakat bütün bu arkadaşlarım dahil olduğu halde ulusun genel eğilimi benim şu ve bu zaruret karşısında Başvekil olmamı gerektirirse bu görevi tam bir alçak gönüllükle ve minnetle yerine getirmeye hazırım. Bu takdirde benim aynı zamanda cumhurbaşkanlığını uhdemde bulundurmanın elbette yasal olanağı yoktur.

Benim alacağım bir yeni görevi çeşitli şekil ve anlamlarda kötü yorumlamak, Türk ulusunun düşüncelerini karıştıracak tarzda açıklamaya kalkışmak akla ve mantığa uygun değildir.

Amerikan sistemini ülkemizde uygulamayı hiç düşünmedim. Sistemsiz ve yasa dışı olarak Cumhurbaşkanlığı ile Başbakanlığı birleştirmeyi asla düşünmedim. Ve düşünecek adam olmadığım, bütün ulusça bilinir zannederim.

Bugünkü koşullar içinde bir hükümetin ulus ve ülke yararı için güçlendirmesine yönelik herhangi sözümü bin türlü boş şeylerle sömürmeye kalkışmak isteyenler çok bedbaht adamlardır. Akşam gazetesi baş yazarına söylediğim sözler benim ağzımdan çıkmış ve gerektiğinde daima tekrar edilecek sözlerdir”.

(4 Ekim 1930 tarihli Gazetelerden nakleden: Arar, İsmail, Atatürk’ün Bazı Konuşmaları, Belleten, Atatürk Özel Sayısı, C. LII, S. 204, Kasım 1988, s. 969; Zikreden: Atatürk ve Cumhuriyet, Prof. Dr. Hamza Eroğlu, AAM Yayınları, Ankara, 1989; s. 98 )
#65 - Eylül 27 2008, 14:47:45
''Cehennem, başkalarıdır. ''

Atatürk’ün 1 Kasım 1930 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin III. Dönem 4. Yasama Yılını Açış Konuşmasından



“Milletin sayın vekilleri,

Adliyemiz, siyasi çalışmalar içinde, vatandaşın güvenliği ve onurunu, Cumhuriyetin asalet ve varlığını, hükümetin güvenilirliği ve etkisini koruma yolunda yeni bir sınav geçirdi. Bunu önemle belirtmek isterim.

Adliyemizin güven duyduğumuz yüksek gücü sayesinde Cumhuriyet, yazgısı olan gelişimi izleyecek ve çeşitli şekil ve kılıktaki saldırılara karşı vatandaşın hukukunu ve ülkenin düzenini koruyacaktır .”

(Millet Meclisi Tutanak Dergisi D. III, C. 22, S. 2)
#66 - Eylül 27 2008, 14:48:17
''Cehennem, başkalarıdır. ''

Atatürk’ün, 17 Şubat 193l Salı günü geldiği Adana'da, Türk Ocağında yaptığı konuşmadan



Vatandaşlar bilmelidir ki, inanç ve düşünce özgürlüğü vardır. Ama, işin sonunda bunlar sınırsız değildir. Kişi özgürlüğü karşısında kişilerin tümünün kurduğu ve dayandığı bir de devlet vardır. devletin de istekleri ve egemenliği vardır. Kişilerin özgürlüğünü saklamakla yükümlü olan insanların, öte yandan devletin istek ve egemenliğinin felce uğramamasına çok özen göstermeleri gereklidir.

Kişilerin özgürlüğü, devletin egemenliğine ve isteklerinin saklı bulundurulmasına bağlıdır. Devletin istekleri felce uğratılmış olursa kişilerinin özgürlüklerini koruyacak hiçbir güç ve araç kalmaz.0nun içindir ki, özgürlüğü sadece bir yanlı değil, her iki yönden düşünmek gerektir.

Vatandaş olan kişiler kendi özgürlüklerinin bir bölümünü seve seve, gerekli görerek devlete aslında vere gelmişlerdir. Devlet kendine özgü olan istekle kişisel özgürlüklerin bir bölümüne gene o özgürlükleri sağlamak için sahip olur. Yeter ki devletin buyrukluğu ulusun genel mutluluğu ve refahına ve vatandaşa özgürlüklerinin sağlanmasına harcanmış olsun.

Vatandaşlarda bu güven oluştuktan sonra, kişilerin kurdukları devletin güç ve yetkisini korumak için vatandaşlara düşen görevler vardır. Bu arada memurlara özellikle de yargıçlara yönelen görev büyüktür, Yargıçlar vatandaşların özgürlüklerini ayrıcalı tutmayı düşünürken devletin yetkisinin gerçekten korunmuş kalmasını göz önünde tutmalılar ve özen göstermelilerdir. Tersi düşünülürse kendilerine emanet edilmiş olan görevi yerine getirmede kusur etmiş olurlar.

Aynı konuşmanın aslı:

Vatandaşlar bilmelidir ki vicdanî ve fikri hürriyet vardır. Fakat, nihayet, bunlar namahdut değildir. Ferdî hürriyet karşısında, fertlerin heyeti umumiyesinin kurduğu ve dayandığı bir de Devlet vardır. O devletin de iradesi ve hâkimiyeti vardır. Fertlerin hürriyetini mahfuz tutmakla mükellef olan insanların, diğer taraftan, Devletin de irade ve hâkimiyetinin meflûç bir hale gelmemesine çok dikkat etmeleri lâzımdır. Fertlerin hürriyeti, Devletin hâkimiyet ve iradesinin mahfuziyetine vabestedir. Devlet iradesi meflûç olursa fertlerin hürriyetine muhafaza edecek hiç bir kuvvet ve vasıta kalmaz. Binaenaleyh, hürriyeti yalnız bir taraflı değil, her iki taraftan düşünmek lâzımdır.

Vatandaş olan fertler kendi hürriyetlerinin bir kısmını seve seve, lüzumlu görerek Devlete zaten devretmişlerdir.

“Devlet kendine hâs olan irade ile ferdî hürriyetlerin bir kısmına, gene o hürriyetlerin temini için sahip olur. Yeter ki Devlet hâkimiyeti, milletin refah ve saadeti umumiyesine ve vatandaş hürriyetlerinin teminine masruf olsun.

Vatandaşlarda bu emniyet hasıl olduktan sonra fertlerin kurdukları Devlet kuvvet ve otoritesini masun bulundurmak için vatandaşlara terettüp eden vazifeler vardır. Bu meyanda memurlara ve bilhassa hâkimlere teveccüh eden vazife büyüktür. Hâkimler vatandaşların hürriyetini mümtaz tutmağı düşünürken Devlet otoritesinin hakikaten masun kalmasına dikkat ve riayet etmelidirler. Aksi takdirde kendilerine tevdi edilmiş olan yüksek vazifeyi ifada kusur etmiş olurlar.”

(Yeni Gün Gazetesi, 10 Şubat 1931 Salı; Zikreden:İsmail Arar, Atatürk’ün Günümüz Olaylarına da Işık Tutan Bazı Konuşmaları, Belleten, C.LII, Kasım 1988, s.953-974)
#67 - Eylül 27 2008, 14:49:19
''Cehennem, başkalarıdır. ''

M. Kemal Atatürk’ün 1931 yılında Anadolu’ya yaptığı seyahat sonunda hazırladığı notlardan


Son senelerin yanlış anlayışları yüzünden adliye bizde bağımsız bir görünüş almış ve “adli bağımsızlık” tarzında söylenen yanlış bir kavram her gün biraz daha kuvvetlenmiştir. Anayasamızda bu bağımsızlık, yalnız mahkemelere ait bir nitelik olarak yer alır. Hakikatte “yargı yetkisi millet adına kanunlar ve usuller çerçevesinde bağımsız mahkemeler tarafından kullanılır”

[Atatürkçülük,Genel Kurmay Basımevi, Ankara, 1983, s. 77, M. Kemal Atatürk’ün 1931 yılında Anadolu’ya yaptığı seyahat sonunda hazırladığı notlar. II/16-17 (orijinal belgeler Genel Kurmay ATASE başkanlığındadır.)]

Mahkemelerin mutlak dokunulmazlığı ve bağımsızlığı üzerinde söz yoktur. Fakat bir valinin siyasi ve idari gerekçelerle savcıları derhal harekete geçirmesi, hazırlık ve ilk soruşturmalar sırasında; inkılaba ve devletin kuvvet ve emniyetine ait küçük, büyük her meselede görüşlerini dinletebilmesi önemli bir ihtiyaç halinde kendini gösteriyor.(aynı belge, I-26)

Valiler, ordudan başka bütün devlet teşkilâtının başı olmalıdır. Kanunlar valiye, vilayeti dahilindeki bütün işler üzerinde etkili olacak bir nüfuz ve yetki sağlamalıdır. Her bakanlık bölgesi içindeki bütün vazifeler için valiye emir vermeli ve vali herhangi bir bakanlığı ilgilendiren bir işi mutlaka o bakanlığın ildeki teşkilâtının başında bulunan kişi ve bürodan çıkarmalıdır. Adalet Bakanlığının da vali ve il teşkilâtı ile olan ilişkilerinin aynı olmasında hiç bir sakınca olmayacağı kanaatindeyim.

Adalet Bakanı, yürütme yetkisini bünyesinde bulunduran hükümetin bir unsurudur. Vali, her bakan gibi Adalet Bakanını da temsil eder. Şu halde valinin adalet teşkilâtı üzerinde, Adalet Bakanının sahip olduğu yetkiyi kullanması, dokunulmazlığı gerekli ve doğal bulunan mahkemelerin ve hakimlerin bağımsızlık esası ile hiç bir çelişki meydana getirmemesi gerekir. Bu ana fikrin esaslı bir şekilde incelenmesinden başlanmak üzere söz konusu edilen meselenin kolay bir sonuca vardırılabileceği ve bu sayede mülki idare ile adliye arasında açılan boşluğu dolduracak ayrıntılı çarelerin kolaylıkla bulunacağı tahmin edilir.

(Aynı belge, II/16-17)
#68 - Eylül 27 2008, 14:49:56
''Cehennem, başkalarıdır. ''

Halifelik yanlısı örgütlerle ilgisi olduğu iddiasıyla yargılanan Tanin Gazetesi yazarı Lütfi Fikri Bey hakkında Ankara İstiklâl Mahkemesi kararı ve Atatürk’ün, Mahkeme Başkanlığına yazdığı telgraf


Halifelik yanlısı örgütlerle ilgisi olduğu iddiasıyla yargılanan Tanin Gazetesi yazarı Lütfi Fikri Bey hakkında Ankara İstiklâl Mahkemesinin karar özeti:

“Lütfi Fikri Beyin Tarikatı Fesadiye ve Tarikatı Salahiyye ile ilgi ve ilişkisi anlaşılamamış olup, evinin aranmasında elde edilen evrak ve yazılar, gerçi hakkında ayrıca soruşturma yapılmasını gerektirmekte ise de, evrak ve anılan belgelerde, özellikle şahsiyetleri söz konusu edilen Cumhurbaşkanı Hazretleri, mahkememize gönderdikleri tezkere ile bu konudaki kişisel haklarından feragat ettiklerini beyan buyurmakta olduklarından adı geçenin de beraatine karar verildi.”

Atatürk’ün kararda bahsedilen tezkeresinin sureti:

“Ankara İstiklâl Mahkemesi Yüksek Başkanlığına,

İstiklâl Mahkemesine verilmiş olanlar arasında Lütfi Fikri Beyin mahkeme safhalarını gazetelerde okudum. Adı geçenin fikirlerimiz ve davranışlarımızdan esas itibariyle farklı olan bir takım görüş ve eleştirilerini bu yolla öğrendim. Kanuni yollarla milletin meydana çıkan kesin iradesi; Devlet teşkilâtı ve idare usulü hakkında Lütfi Fikri Beyin fikirlerine uymayan tecelliyatı nihaiyesini göstermiştir. Şahsımın bertaraf edilmesi tahminlerine ve bu tahminlerin sonucu olmak üzere ileri sürdüğü düşüncelere karşı, gerçek mahiyeti uygun da olsa şahsen bir iddia öne sürmeye istekli değilim. Buna göre, gerek siyasi fikirlerimize ve gerek şahsımıza karşı olan durumundan dolayı – Eğer Yüksek Mahkemece başka zeminde kanuni suçlama nedenleri mevcut değilse- Yüce Mahkemelerinin hoşgörüsünü celbetmek isterim.

Cumhurbaşkanı Gazi M. KEMAL”

(Atatürk’ten Hatıralar, Hasan Rıza Soyak, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul,1973, s. 338-339)
#69 - Eylül 27 2008, 14:50:32
''Cehennem, başkalarıdır. ''

Türk kadınına seçme ve seçilme hakkı verilmesine dair kanun üzerine



“Türkiye Büyük Millet Meclisi 5 Aralık 1934’te Türk kadınına milletvekili seçme ve seçilme hakkını vermiştir. Bu karar hakkında Atatürk kendi el yazısı ile şöyle demektedir:

Bu karar Türk kadınına sosyal ve siyasî hayatta bütün milletlerin üstünde yer vermiştir. Çarşaf içinde; peçe altında ve kafes arkasındaki Türk kadınını artık tarihlerde aramak lâzım gelecektir. Türk kadını evdeki medenî mevkiini salâhiyetle işgal etmiş, iş hayatının her safhasında muvaffakiyetler göstermiştir. Siyasî hayatta belediye seçimlerinde tecrübesini yapan Türk kadını, bu sefer de mebus seçme ve seçilme suretiyle haklarının en büyüğünü elde etmiş bulunuyor. Medenî memleketlerin bir çoğunda, kadından esirgenen bu hak, bugün Türk kadınının elindedir ve onu salâhiyet ve liyakatle kullanacaktır.”

(Perihan Naci Eldeniz, T.T.K. Belleten, C. XX, Sayı : 80, 1956, s. 741
#70 - Eylül 27 2008, 14:51:13
''Cehennem, başkalarıdır. ''

Atatürk’ün 1 Mart 1937 tarihinde Türk-Yunan ilişkileri konusundaki demeci



Milletlerimiz, (Türk-Yunan) arasındaki çalışma beraberliği zamanla sınırlı bir şey değildir. Bu beraberlik mantığın devamlı gereklerine dayanır. İdeallerimizin gerçekleşeceğine tam güvenimiz vardır. dayanışmamızın temeli ne kadar sağlam olursa, bütün dünyaya göstereceğimiz örnek o kadar mükemmel olacaktır. Bu örneğin her türlü tahminlerden üstün olacağına kanaatim vardır.

Uzun barış devreleri tarihte nadirdir. İçinde bulunduğumuz devreyi mümkün olduğu kadar uzatmak için elden gelen her gayreti ve iyi niyeti sarf etmeliyiz.

Milletleri yönetenler için ilk ve en zor görev, şahsi gurura kapılmaktan kendilerini korumaktır. Herkesi memnun edecek bir adalete varmak güçtür. Mutlak manada bir hakkaniyet belki de hiçbir zaman dünya yüzünde kurulamamıştır. Bununla beraber bütün kuvvetlerimizi bu yüksek ideale doğru çevirmeli ve buna yaklaşmak için elden neler gelirse hepsini yapmalıyız.

(Düşünceleriyle Atatürk, Arı İnan, TTK Yayını, Ankara, 1991, s. 162)
#71 - Eylül 27 2008, 14:52:04
''Cehennem, başkalarıdır. ''

Atatürk'ün 1 Kasım 1937 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisinin V. Dönem 3. Yasama Yılını Açış Konuşmasından



“Arkadaşlar,

Büyük davamız, en uygar ve en refaha kavuşmuş ülke olarak varlığımızı yükseltmektir. (Alkışlar)

Bu, yalnız kurumlarında değil, düşüncelerinde köklü bir inkılap yapmış olan büyük Türk Milletinin dinamik ülküsüdür. Bu ülküyü en kısa bir zamanda başarmak için, düşünce ve eylemi birlikte yürütmek zorundayız. Bu girişimden başarı, ancak hukuki bir planla ve en verimli bir biçimde çalışmakla gerçekleşebilir. Bu nedenle, okuyup yazma bilmeyen tek vatandaş bırakmamak, ülkenin büyük kalkınma savaşının ve yeni yapısının istediği teknik elemanları yetiştirmek, ülke davalarının ideolojisini anlayacak, anlatacak, nesilden nesile yaşatacak, kişi ve kurumları yaratmak, işte bu önemli ilkeleri en kısa sürede sağlamak, Kültür Bakanlığının üzerine aldığı büyük ve ağır görevler arasındadır.(Alkışlar)Belirttiğim ilkeler, Türk gençliğinin beyninde ve ulusun bilincinde her zaman canlı tutmak, üniversitelerimize ve yüksek okullarımıza düşen başlıca görevdir.”

Aynı metinden:

“Yüce saylavlar,

Bilindiği gibi, biz yurt güvenliğinin içinde kişilerin güvenliğinin de, ona yaraşacak biçimde olmasını göz önünde tutarız.

Bu güvenlik, Türkiye Cumhuriyeti kanunlarının ve Türk yargıçlarının güvencesi altında, en ileri biçimde varlığını sürdürmektedir. Kanunlarımızda yaptığımız bazı değişiklikler ve kabul buyurduğunuz Suçüstü Kanunu, bu amaca yardım etmiştir.

Adli yapımızın ve kanun dizimizin üzerinde yapılan incelemelerle, Türkiye’nin dinamik, yaşamına, doğru yoldan hiç şaşmadan uygunlukları her zaman sağlanmalıdır. Bu gerek karşısında, kara ve deniz ticaret kanunlarımızın ekonomik bünyemizdeki gelişmelere daha uygun duruma getirilmesinde zaman geçirilmemesi yerinde olur. Bir de şu nokta üzerinde durmama izin vermenizi rica edeceğim. Güvenlik ve hak işleriyle ilgili yöntem ve kanunlardan kolaylık, ivedilik, açıklık ve kesinlik temel olmalıdır. Bu nedenle, vatandaşların icra daireleri ile olan ilişkilerini kolaylaştırmak amacı ile yapılan çalışmalarının bir an önce kanun haline getirilmesini önermeyi uygun bulurum. Bu belirttiğim ve önerdiğim konuların iyi karşılanacağından eminim. Çünkü her alanda olduğu gibi, adli yöntem ve kanunlar alanında da, Türk Cumhuriyetinin ve onun yüksek, değerli Kamutayının anlayışı, ileri anlayıştır.”

(Millet Meclisi Tutarak Dergisi D. V, C. 20, S. 3)

#72 - Eylül 27 2008, 14:52:38
''Cehennem, başkalarıdır. ''

Atatürk'ün 1 Kasım 1938 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisinin V. Dönem 4. Yasama Yılını Açış Konuşmasından



“Yüce saylavlar,

Ülkede var olan huzur ve güvenliğe paralel olarak adalet organları da düzenle işlemektedir.

Suçüstü olaylarla ilgili kanunun uygulanmasından elde edilen iyi sonuçlardan örnek alınarak, bu kanun, ağır cezalı suçları da kapsamına almıştır.

İnkılabımızın devamlılığını sağlamak için yeni kanuni önlemler alınmıştır. Bu amaçla Türk Ceza Kanunu’ndaki Devletin manevi kişiliğine ve devlet güçlerine karşı olan suçlar daha ağır cezalara bağlanmıştır. Ceza evlerinin terbiye, iyileştirme ve iş temellerine göre düzenlenmesi yolundaki güzel çalışmaların genişletilmesi, doğru yoldan saparak hürriyetini kaybetmiş olan binlerce vatandaşı topluma yararlı birer vatandaş olarak yeniden kazandırmaktadır.”

(Millet Meclisi Tutanak Dergisi D. V, C. 27, S. 3)

Not: Bu konuşma Atatürk’ün rahatsızlığı dolayısıyla Başbakan Celal Bayar tarafından okunmuştur.

#73 - Eylül 27 2008, 14:55:44
''Cehennem, başkalarıdır. ''

Anı ve Yorumlar


Sivas’ta Temsil Heyeti üyeleri ile yaptıkları akşam toplantılarından



Bandırma ve Soma hattı için de, murakabe bahanesiyle Fransızların Bandırma’ya asker çıkarmalarına hiç hak görmüyorum. Bu husus için de 14 üncü Kolordu kumandanının 56 ıncı Fırka kumandanının nazarı dikkatini celp ve daha doğrusu icap ederse cebren Fransız askerlerini Bandırma’dan geldiği mahalle iade. Ecnebi zabitlerinin uluorta Aydın cephesinde dolaşmalarına ve propagandalarına da müsamaha edemeyiz.

Resmi bir müracaatları varsa hükümete, Kuvayı Milliye’ye ait bir işleri varsa heyeti merkeziyemize müracaat etmeleri lüzumunu kendilerine tebliği ve mıntıkadan hemen ihraçları ve kat’i ihtiyaç halinde de cephede görülecek İtilâf askerlerine silah istimal edilmesi.

Ben – Söyledikleriniz doğrudur. Bunu Heyet de kabul eder; vakit geçirmeden şimdiden lâzım gelenlere tebligat yapılsın.

Hüsrev Sami Bey – Ben de aynı fikirdeyim.

Mustafa Kemal Paşa – Heyeti Temsiliye’ce müzakere edilmedikçe böyle hususi bir heyetle karar verilemez. Yarın Heyette müzakere ve karar lâzımdır. Biz geceleri hasbıhal kabilinden ittihazı değil. Hatırıma bir şey daha geliyor...

(Erzurum’dan Ölümüne Kadar, Atatürk’le Beraber; Kansu, Mazhar Müfit, Ankara 1966, s. 462)
#74 - Eylül 27 2008, 14:56:29
''Cehennem, başkalarıdır. ''

Atatürk ve Temsil Heyeti üyelerinin Sivas’tan Ankara’ya gidiş hazırlıkları sırasında



Ve nihayet söz Ankara’ya gitmek konusuna gelince, bana hitaben :

Günler yaklaştı, hazırlık nasıl? Dedi.

Aramızdaki konuşma şöyle devam etti:

Ben – Ne hazırlığı, para nerede?

Mustafa Kemal Paşa – (Biraz düşünerek) Marifet onu bulmakta…

Ben – Bulduğum çareleri kabul etmiyorsunuz.

Mustafa Kemal Paşa – Bankalardan, rejiden filan para almak mı?

Ben – Ben başka çare bulamadım; varsa söyleyiniz.

Mustafa Kemal paşa – Bankalardan olmaz, düşmanlarımıza yeni bir propaganda ucu veremeyiz. Bankaları soyuyorlar diye söylemedikleri kalmaz. Başka bir çare düşünelim.

Ben – Pekala, Heyeti Temsiliye namına değil, şahsım adına herhangi bir bankadan borçlanma yapamaz mıyım?

Mustafa Kemal Paşa – Anlamadım. Ne suretle ve hangi bankadan?

Ben – Osmanlı Bankası direktörü Mösyö Oskar Şmit pek eski bir ahbabımdır. Babası Mösyö Şmit Edirne’de şimendifer doktoru idi. Oğlu da biz yaşta olduğundan o zamanki ecnebi kulüplerinde görüşürdük; şimdi burada Osmanlı Bankası direktörüdür, birkaç defa görüştük. Hatta geçende evinde beni yemeğe bile davet etti. Türk dostu bir zattır : “Trakya’da doğdum ve büyüdüm ve yaşadım. Türklerin büyük bir millet olduğuna ve her şeyi yapacak bir kuvvet ve kudreti haiz olduğuna kalben inanmışımdır. Bu defa giriştiğiniz mücadeleyi de başaracağınıza eminim, deyip duruyor ve, benim elimden de bir hizmet gelirse ifasına hazırım, gerekirse memuriyetimi bile terk ederim.” tarzında bir cesaret gösteriyordu. Ben ondan şahsım namına bin lira borçlanacağımı kuvvetle ümit ediyorum; bu da caiz değil mi?

Mustafa Kemal Paşa – Peki ama, şahsım namına ne demek, ne imza atacaksın ?

Ben – Bitlis eski valisi Mazhar Müfit imzasiyle.

Mustafa Kemal Paşa – Böyle olabilir; fakat Kuvayı Milliye, Heyeti Temsiliye isimleri senette kesinlikle her ne suretle olursa olsun yazılmamalı.

Ben – Tabii.

Mustafa Kemal Paşa – Bu suretler aklıma uygun geliyor; bırak ki yine bankadan Mazhar Müfit para almış demeyecekler, Heyeti Temsiliye almış diyecekler ya, artık bu kadarı da fazla bir vehim olur.

Bu suretle para meselesini hallettik. Yani aramızda hallettik. Bakalım direktör böyle bir imza ile bize para verecek mi? Banka usullerine uygun mı? Her ne ise, bir deneyecektik.

Sonra sözü otomobillere getirerek :

- Üç otomobil var ama, ne haldeler? Bunları bir muayene ettirsek. Bizi Ankara’ya götürebilecek mi? Eşyalar, maiyet emirberleri ve kalem heyeti tabii arabalarla gidecek. Şimdi kimler var? Rauf Bey, misafirimiz Alfred Rüstem Bey, sen, Şeyh Fevzi Efendi, Hakkı Behiç, yaver Muzaffer ve Cevat Abbas, Bedri, katibi umumi Hüsrev Bey (Berlin sefiri), Doktor Refik (Saydam) ve saire. Hüsrev Bey’i hareketi düzenlemeye tayin edelim; otomobillere taksimi, yollarda hareket ve durma saatlerini ve günde ne kadar mesafe kat edebileceğimizi, geceleri nerelerde kalabileceğimizi inceleyip ve hesap etsin. Yol masraflarını da siz Hüsrev ile görüşerek tesbit buyurunuz. Benzin lâzım, şu lâzım, bu lâzım; bu teferruatı Hüsrev Bey düşünür. Kendisi erkanıharp binbaşısıdır, başından böyle hareketler çok geçmiştir.

Mustafa Kemal Paşa bu yol meselesi hakkında Hüsrev Bey’i çağırarak uzun uzadıya görüştüler. En güç mesele, benzindi. Nereden alacaktık?. Hatta paramız olsa bile… Ya lâstik?. Müzakere uzadıkça uzadı; nihayet bunlar hepsi var, farz edelim, ya para?. Mustafa Kemal Paşa çok sıkıldı, ayağa kalkarak :

- Yahu dedi, bunca mühim meseleler, isyanlar, şunlar bunlarla uğraştık, kararlar verdik, emin olunuz bu kadar sıkıldığım olmadı. Ankara’ya gideceğiz; köhne, körükleri parça parça, bu kışta, karda binilmesi doğru olmayan otomobillere razı oluyoruz, fakat benzin, lâstik, para bulamıyoruz. Fakat elbette bunlara da çare bulacağız.

Hüsrev Bey – Ben otomobilleri biliyorum, lâstikler dolmadır, yalnız bir tanesi değil; sonra karpit fenerlidir.

Ben – Amerikan mektebinde benzin, lâstik çok; geçenlerde müdiresi Mis cenapları mektebi gezdirirken ambarını da gördüm. On çiftten fazla lâstik ve belki yirmi otuz teneke benzin vardı.

Mustafa Kemal Paşa – Bundan bize ne?

Ben – Bize mi ne? Parasını verir, satın alırız; parasını vermezsek borç alır, sonra Ankara’dan parayı göndeririz.

Mustafa Kemal Paşa – Evvelâ para bul da sonra ahbabın olan Mis cenaplarına gider, lüzumu kadar lâstik ve benzin satmasını görüşürsün. Öyle Ankara’dan göndeririz filân yok ha. Bir de askeriye de bize biraz benzin verebilir.

Bu sırada kapı vuruldu. Hakkı Behiç elinde birkaç kağıtla içeri girdi. Bu kağıtlar bazı tamimlerle iradei Milliye gazetesine bir makale idi. Bunlar okundu. Mustafa Kemal Paşa Hakkı Behiç Beye hitaben : “Behiç Bey, artık Ankara’ya hareket zamanı yaklaştı. Yol için, para için görüşmekteyiz. Nasıl gideceğiz? Mazhar Müfit Bey para yok deyip duruyor. Hakkı Behiç Bey: “Para işine benim aklım ermez efendim, yazı işleri olur ise ne ise, Ankara’ya gitmek meselesini zaten karar altına aldık. Tabi gidilecektir,” dedi. Ben de: “Tabii gidilecek, fakat bu gitmeyi temin edecek paradır.” Bu hususta ben fikrimi söyledim. Paşa da fikrini söyledi. Hakkı Behiç Bey her ikimize de hak verdi. Fakat en son karar şahsım namına para almakta toplanmış gibi idi.

Ben ertesi gün bankaya gittim. Direktör Mösyö Oskar’ın hasta olduğunu, iki gündür bankaya gelmediğini öğrendim. Daha hareketimize dört beş gün var, o vakte kadar iyileşir, diyerek Amerikan mektebine gittim. Müdire her zamanki gibi beni büyük hürmetle kabul etti. Odasında oturduk, çay ısmarladı. Şundan bundan biraz bahsettikten sonra, ben hareketimizin yaklaştığını, fakat benzin ve lâstik bulmakta güçlük çektiğimiz ve mümkün olur da bedeli karşılığında bize bu konuda yardımda bulunacak olurlarsa müteşekkir kalacağımızı söyledim. Müdire: “Kolay. Para ne demek? Biz benzin ve lâstik satıcısı değiliz. Hele çayınızı içiniz. Siz seversiniz, şu puroyu da tüttürünüz.” diyerek güzel cinsten önüme bir puro kutusu koydu. Ben hayretle bir sigaralara, bir de Müdireye bakınca: “Efendim biz ne sigaret ve ne de sigara içmeyiz. Bunlar bize Amerika’dan gelir. Sebebi de, buradan geçecek vatandaşlarımız bunlardan mahrum kalırlarsa kendilerine yardım içindir. Bugünler gelen giden ve böyle bir müracaatta bulunan yok. Kısmet sizinmiş, kutusu ile takdim edeyim size, yolluk bir hediyemiz olsun.” Dedi. Doğrusu ben bu nefis puroları memnuniyetle kabul ederek, teşekkürlerde bulundum.

Hemen altmış yaşında olan Müdire bir uzun nutka başladı. Senelerce Türkiye’de bulunduğundan Türkçe’yi güzel söylüyordu. Sivas’taki mektebi hakkında pek centilmence hareket ettiğimizden, şöyle himâye, böyle muhafaza ettiğimizden bahisle Kuvayı Milliye’nin yağmacı, çapulcu olmayıp tamamen vatanı kurtarmak için çalıştıklarını söyledi ve teşekkürlerinin Mustafa Kemal Paşa’ya iletilmesini rica etti.

“İki çift iç lâstik ile iki çift dış lâstiği ve altı teneke benzin de emrinize hazırdır, aldırınız!” dedi. Gerçi para için ısrar ettim. “Lütfen faturasını gönderiniz de almaya gelecek adamla parayı takdim edeyim” dedim. Çünkü bende, hatta ikametgâhtaki kasamızda bile bunu ödeyecek paramız yoktu. Osmanlı Bankası direktörünün bankaya geldiği gün alacağımız ümit ettiğimiz paradan gönderecek ve o vakte kadar lâstikleri, benzini almak için mektebe tabii ki adam göndermeyecektik. Kadın tekrar ısrar ederek, paradan bahsetmeği hakaret sayacağını ve para göndermeğe kalkarsak ne lâstik ve ne de benzin veremeyeceğini kesin bir dille anlattı. Ve derhal adamlarına emirler vererek bunları akşama bize götürmelerini söyledi. Teşekkür ile ayrıldım. Filhakika akşama lâstikler ve bir araba ile de benzinler geldi. Biz de gerekenlere teslim ettik. Mustafa Kemal Paşa : “Şimdi para almıyorlar ama, Amerika’ya, Türkler zorla aldılar, diye bir döneklik yaparlar mı acaba? Buna mahal kalmamak üzere sen Müdireye: “Lâstikler ve benzin de geldi, teşekkür ederiz. Fakat şifahen söylediğim gibi bunların kaç kuruş tuttuğunu ve parasını derhal takdim etmek üzere, hatta hamal ve araba paralarının da ilâvesini ve hareketimiz yakın olduğundan acele cevap verilmesini” bildiren bir yazı yaz, tabii o yazısıyla para almayacağını bildirir. Bunu belge olarak sakla. Hakikaten biz parasız istemiyoruz onlar almıyor, evet ama, ileride ne olur ne olmaz, onların, bizim ısrarımıza rağmen para almadıklarına dair elimizde bir belge bulunsun.

Çok ince düşünen Mustafa Kemal Paşanın bu uyarısını yerine getirdim. Gerçekten Müdire cevap verdi; Para ile benzin, lâstik satmak kendileri için mümkün olamayacağını ve bu kadarcık hediyenin kabulünü ve para vermek hususunda ısrar edilmemesini ve hatta kendi ihtiyaçlarından keserek daha da takdime hazır olduğunu ve hayırlı yolculuklar dilediğini ve Mustafa Kemal Paşa’ya hürmetlerinin takdimini ve vatani hizmetimizi takdirle, başarılarımızı diliyordu.

Fakat biz de aldığımızdan fazla istemedik. Hakikaten Müdirenin bu hizmeti, yardımı bizi mütehassis etti. Ne yazık ki Müdirenin ismini not defterimde yazmamışım ve bir türlü de hatırlayamıyorum. Zira Müdire hanım deyip duruyorduk.

(Erzurum’dan Ölümüne Kadar, Atatürk’le Beraber; Kansu, Mazhar Müfit, Ankara 1966, s. 481)
#75 - Eylül 27 2008, 14:57:19
''Cehennem, başkalarıdır. ''

Cevat Dursunoğlu’nun anılarından



Kongre üyelerinin dinlenmesi için hazırlanmış olan çadırlardan birinde bir kaç arkadaş hem çay, kahve içiyor, hem de o günkü ajans haberlerini okuyorduk. Mustafa Kemal Paşa oturum aralarında toplanan bu sohbet gruplarına katılarak üyelerle konuşurdu. Bu şekilde hem üyelerle daha yakından tanışıyor, hem de gelecek oturumlarda konuşulacak işler üzerinde sezdirmeden telkinler yapıyordu. O gün Paşa, bizim sohbet grubumuza geldi. Ajansta, Erzurum’a yeni atanmış olan ve bir kaç gün önce sarayda padişah tarafından kabul edilerek kendisine direktif verilen Reşit Paşanın İstanbul’dan hareket ettiği yazılıyordu. Bu haber Mustafa Kemal Paşa’yı düşündürdü. Biraz sonra oradaki arkadaşlara, Reşit Paşayı tanıyıp tanımadıklarını ve nasıl bir adam olduğunu sordu. Yeni valiyi içimizden yalnız Süleyman Necati tanıyordu. Reşit Paşanın 1328’de Erzurum’da bulunduğunu ve o zaman bile tükenmiş bir ihtiyar olduğunu söyleyerek, Paşa’dan niçin merak ettiğini öğrenmek istedi. Mustafa Kemal Paşa kısaca, “Eğer işimize zarar verecek bir adamsa, Trabzon’dan İstanbul’a iade edelim, başımıza iş açmasın” dedi.

Bu sohbet grubu arasında bulunan, eski teşkilâtı mahsusa çeteciliğinden ve mollalığından kinaye olarak “Piyerlermit” lakabını taşıyan Rize üyesi Hoca Necati atılarak “Paşam üzülmeyin, icap ederse Kop dağında temizlenir” dedi. Mustafa Kemal Paşa, acı bir infialle, “hocam ne diyorsun, kutta-i tariklik ederek (yol keserek, haydutluk ederek) adam mı vurduracağız. Bu memlekette hükümsüz vatandaş öldürülmez. Vatandaş ancak mahkeme kararıyla cezalandırılır. Devlet adamının böyle düşünmesi lâzımdır” cevabını verdi. Bu sözler benim üzerimde unutulmaz bir etki bırakmıştı. Çünkü yeni bir anlayışın müjdecisi idi: İnsan hayatına, dokunulmaz en yüksek değer biçiyor, vatandaş hayatına saygıyı, en büyük görev sayıyordu.

Mustafa Kemal Paşa, ömrü oldukça bu düşünceye sadık kaldı. Zamanında hükümsüz bir vatandaş cezalandırılmadı. En keskin muhaliflerine sordum. Hiç birisi, bunun aksine bana bir tek inandırıcı örnek gösteremediler. Modern devlet adamı demek, bu demektir.

(Cevat Dursunoğlu, Milli Mücadelede Erzurum, Ankara 1946, s. 118)
#76 - Eylül 27 2008, 14:59:08
''Cehennem, başkalarıdır. ''

Atatürk’ün 1920 yılı başlarında, Gazeteci Yunus Nadi ile sohbetleri


…Şimdi vaziyeti değerlendiriyorduk. Ben Kuşçalı’dan çektiğim telgrafa aldığım cevabın Ankara’da gördüklerimle tamamen uyuşmaması şeklinde gizli bir üzüntünün etkisindeydim. Paşaya saklamadım ki, kendi huzuru büyük bir güven veriyordu. Fakat üst tarafı da insana bir boşluk, bir çöl hissi vermekte o kadar kuvvetli idi.

- Öyle görünür Nadi Bey, dedi, öyle görünür. Zaten bu büyük işin zevki de işte buradadır. Bu çölden bir hayat çıkarmak, bu çözülmeden bir oluşum yaratmak gerekir. Bununla beraber, sen ortadaki boşluğa bakma. Boş görünen o alan doludur, çöl sanılan bu alemde saklı ve güçlü bir hayat vardır. O millettir, o Türk milletidir. Eksik olan şey örgüttür, işte şimdi onun üzerindeyiz….

Ben pratik olmayı gerekli gördüğüm için doğrudan doğruya Yunan cephesine saldırdım. Yığılmış düzenli bir kuvvet vardı ve onun karşısında da bizim düzensiz kuvvetlerimiz… Bence cepheyi tutan oradaki kuvayı milliye değildi, belki “Miln” hattı denilen siyasi varsayım idi.

Paşanın gözleri parladı:

- Bunu bana Sivas’a da yazdınız, o cephelerden de aynı anlama gelen başvurular oldu. İsteniliyordu ki Sivas’ta ve şurada burada oturarak vakit geçireceğime –sanki buralarda boş vakit geçiriyormuşum gibi- gideymişim de o cephelerin başına geçeymişim. Basit bir gözlem ve düşünüş bu görüşe hak verdirebilir. Fakat benim oraya gitmekte hiç acelem yoktur. Ve o cephelerin iyiliği ve kurtuluşu için acelem yoktur. Mustafa Kemal Paşa, Demirci Mehmet Efe olamaz Nadi Bey! Bunu böyle söylemekle oradaki arkadaşların değerlerini küçümsemek istemiyorum. Aksine onlar pek iyi adamlardır ve vatan için işte fedakârca çalışıp duruyorlar. Fakat hareketlerinin bütün değeri, vatansever bir görünüş niteliğini aşamaz. Bu da bir değerdir. Fakat manevi bir değerdir. Yunan orduları ise maddi bir oluşum olduğundan, yalnız böyle manevi bir kuvvetle durdurulamaz. Balıkesir, Manisa ve Aydın cephelerine karşı ilgisiz değiliz. Fakat oradaki mevcutla, o çevrenin mevcudu ile o işi halletmek imkânı olamaz. Onun için bunca istek ve başvurulara rağmen ben oraya gitmedim. Yunan cephesi, bütün memleket ve bütün vatan cephesidir. Ne zaman bütün memleket bu cephenin gerçek anlamı bu olduğunu anlar ve öyle de benimserse işte bu cephe o zaman yıkılmış ve Yunanlılar da işte o zaman denize dökülmüş olur. İşte ben şimdi bu zorunluluk ve gerekliliğin oluşması peşindeyim. Hatta halledeceğimiz şey yalnız bir Yunan cephesinden ibaret de değildir. Ülkenin kurtuluşu ve milletin bağımsızlığı söz konusudur. Önümüzde “Misak-ı milli” (ulusal ant) var ki, bütün ilkelerimizi alçak gönüllü bir şekilde ifade ediyor. En önemli kuralı koymuşuz: Milletin bağımsızlığını, vatanın son kaya parçası üzerine savunacağız, kurtaracağız veya – eğer kaderdeyse – öleceğiz. Fakat ölmeyeceğiz ve kurtaracağız.

- Evet, hepimizin amacı ve azmimiz bu. Oraya varmak için daha önceden verilmiş kararlar ve halledilmiş meseleler olmak gerekir.

- Benim inancıma göre, bunun gibi büyük vaziyetlerde kararları zaman verir, meseleleri de o halletmiş bulunur. Bu nedenle ben sanıyorum ki kararlar kendi kendine verilmiş ve meseleler de kendi kendine hallolmuştur. Olunmayanlar varsa onlar da olunur giderler.

- Meclisin ne vakit toplanabileceğini tahmin ediyoruz? Bir de her kerameti Meclisten beklemek niyetinde miyiz? Açık söylemek için, ben bu niyet ve kanaatte değilim. Zaten üzüntüm de ondandır.

- Bu üzüntü boşuna ve bu düşünüş de, hiç olmazsa dış görünüşü ile gerçek şekli bakımından yanlıştır. Ben aksine, her kerameti Meclisten bekleyenlerdenim. Nadir Bey, bir devreye yetiştik ki onda her iş meşru olmalıdır. Millet işlerinde meşruluk, ancak milli kararlara dayanmakla, milletin genel eğilimine tercüman olmakla elde edilir. Milletimiz çok büyüktür. Hiç korkmayalım. o kölelik ve alçaklığı kabul etmez. Fakat onu bir araya toplamak ve kendisine: “Ey millet! Sen kölelik ve alçaklığı kabul eder misin?” diye sormak lazımdır. Ben milletin vereceği cevabı biliyorum. Ben milletin büyüklüğünü biliyor ve bu soru karşısında onun o soruyu soran çocuklarını canı gibi seveceğini ve alınlarından öpeceğini biliyorum. Ben biliyorum ki, bu millet kendisine bu soruyu soran çocuklarının, hep o esasa dayanan sözlerini ve düzenlemelerini canla, başla kabul edecektir. Onun için işte ben şimdi bu yoldayım, onun çok sağlam bir yol olduğuna inanarak…

- Fakat İstanbul’da düşmanlarla birleşmiş bir Saray olduğunu bilmek ve hiç olmazsa bu ayrıntı üzerinde bazı kararlar almış olmak gerekmez mi?

- Onların hepsi biliniyor. Fakat bizim bildiğimiz gerçekler milletçe de tamamen bilinince, onun karar verme konusunda da bizim gibi düşüneceği neden kabul edilmemelidir? Ben aksine milletin bu konuda daha sağlam, daha kesin kararları vereceğine inanıyorum. Özetle millet bu kurtuluş mücadelesinde ve bütün durumu, bütün açıklığıyla gördükten sonra derece derece en sağlam, en akla yakın, ve en yüksek kararları verecek ve bence kesinlikle o konulardaki kararlarında, hatta seni ve beni çok geçecektir. Ben bundan emin olarak işlerimize bakalım derim.

- Canım Paşam, teori çok güzelse de, durumun gerekleri de acele etmeyi emretmektedir. Meselâ Ankara’da beni huzursuz eden en büyük şey ordunun yokluğudur. Gerçek şu ki, eğer elimizde dayanacak bir ordu bulunmazsa bütün bu güzel teori suya düşüp gidebilir.

- İşte aramızdaki fark özellikle burada göze çarpıyor. Bence Meclis teori değil, gerçektir ve gerçeklerin en büyüğüdür. Önce Meclis, sonra ordu Nadi Bey. Orduyu yapacak olan millet ve onun yerine Meclistir. Çünkü ordu demek yüz binlerce insan, milyonlarca ve milyonlarca servet demektir. Buna iki üç kişi karar veremez. Bunu ancak milletin karar ve kabulü meydana çıkarabilir ve bir kere bu hale geldikten sonra milletin hayat ve varlığına zıt olan haksızlık ve baskının tamamını bertaraf etmek yetkisini yalnız teori olarak değil, fiilen de kazanmış oluruz.

Paşa ile bu yolda çeşitli meseleleri inceleyen konuşmamız gecenin saat üç buçuğuna kadar sürdü. Odalarımıza çekildiğimiz zaman Ankara’nın boşluğu gözümden silinmiş, bütün vatan bence, canlı insanlarla dolu bir sağlamlık ve güzelliği ile gözleri eğlendiren bir gül bahçesi olmuştu. İlk defa olarak, vicdanen de huzur içinde, çok rahat bir uyku uyudum.

(Yunus Nadi, Kurtuluş Savaşı Anıları; İstanbul, 1978, s. 260-264; Zikreden: Rahmi Tunçağıl, Atarürk ve Hukuk, Anayasa Mahkemesi Yayınları, Ankara 1982, s. 354)
#77 - Eylül 27 2008, 15:00:14
''Cehennem, başkalarıdır. ''

Prof. Dr. Afet İnan tarafından yazılan Medeni Bilgiler kitabından



Prof. Dr. Afet İnan, “bu kitabın kendi ismiyle çıkmış olmasına rağmen, Atatürk’ün fikirleri ve telkinlerinden mülhem olduğunu ve üslubun tamamen kendisine ait olduğunu tarihi gerçekleri belirtmek bakımından kendisine düşen bir ödev olduğunu”* belirtmiştir.

Cemiyetin huzuru, selameti ve inkişafi pürüzsüz bir adalet tevzii faliyetine bağlıdır. Bu faaliyet, hakimlerin ve onlardan vücuda gelen mahkemelerin işidir.

Yeni Mahkemeler, Yeni Kanunlar

Yeni Türk Devletinin kurulduğu ilk senelerde 1925 te şer’i mahkemeler kaldırıldı. Adaletin tevzii işi eski ve menkulata müstenit zihniyetlerden, Keyfi takdirlerden kurtarıldı. O zamandan beri Kanunu Medeni, Borçlar Kanunu, Ticaret Kanunu, Hukuk ve Ceza Mahkemeleri Usulü Kanunları, Türk Ceza Kanunu gibi yeni zamanın icaplarına uyan yeni kanunlar yapıldı. Bu kanunların tatbiki işi, yetişen ve yetiştirilen hakimlerden vücuda getirilen mahkemelere verildi.

Mahkemelerin Vazifeleri

Mahkemeler fertler ve hükmi şahsiyetler arasında zuhür eden ihtilafları ve davaları, iki taraftan birinin zor kullanarak kendi lehine halletmesine meydan vermeyecek surette neticeye bağlarlar. Bu suretle şahsi kavgaların önü alınır. Diğer taraftan mahkemeler, halkın rahatını, Devletin emniyetini bozacak ve bu yoldan cemiyete zarar verecek suçluları takip ederler ve onlara cezalar verirler. Bu suretle diğer suç irtikap etmek istidadında olanlar için ibret temin edilmiş olur.

Muhakemeden evvel, suçluları tutmak ve hakikatın anlaşılmasına yarayacak şahitlerle delilleri toplamak ve bütün bunları icap ederse zor kullanarak mahkemenin huzuruna getirmek Hükümetin, zabıta kuvvetlerinin vazifesidir. Muhakeme ve karardan sonra bu kararların hükümlerini yerine getirmek yine Hükümetin ve zabıtanın vazifelerindendir. Muhakemeden evvel ve sonraya ait bu muameleler geri kalır veyahut eksik yapılırsa adliye vazifesi tamamlanamaz.

Kaza Hakkı ve Mahkemelerin İstiklali

Kaza hakkı, mahiyeti ne olursa olsun herhangi davaya kanunun usulleri yolu ile bakarak yine kanunun icaplarına uygun olacak bir takdir ve kanaatle hüküm vermek hakkıdır. Bu hak, ana hakimiyet hakkına sahip olan milletindir ve millet namına müstakil mahkemeler tarafından kullanılır.

Mahkemelerin teşkilatı, vazifeleri salahiyetleri kanunla tayin edilir. Hakimler davalara bakarken kim olursa olsun herkesin ve herhangi kuvvetin müdahalesinden uzak kalırlar. Yalnız kanunun ve görülen davadaki ahval ve şeraitin icaplarına göre vicdanlarının hükmüne uyarlar.

Hükümlerin Kat’iliği

Türkiye’de mahkemelerin kararlarını bozacak hiçbir kuvvet yoktur. Büyük Millet Meclisi dahi bu kararları bozamaz, değiştiremez, hükümlerin yapılmasını menedemez ve hatta geciktiremez (Teşkilatı Esasiye kanununda yazılı haller müstesnadır).

Hakimlerin vasıfları, hakları, vazifeleri aylıkları tayin ve azilleri ve terfileri ayrı bir kanunla tespit olunur. (Hakimler kanunu) Hakimler hakkında bu kanunun tatbikatı dahi bir zat veya makam tarafından yapılmaz. Bu vazifeyi en yüksek mahkeme olan Temyizin reislerinden ve azalarından ve Adliye Vekaletinin yüksek memurlarından toplanan bir heyet yapar.

Muhakemeler aleni yapılır. İsteyen vatandaşlar dinleyebilir. Maamafih Usul Kanununda yazılı hallerde mahkeme karariyle muhakeme gizli dahi olabilir.
#78 - Eylül 27 2008, 15:01:59
''Cehennem, başkalarıdır. ''

Atatürk’ün, Prof. Dr. Afet İnan tarafından yazılan Medeni Bilgiler kitabına hazırlık olmak üzere el yazısı ile yazdığı yazılardan



DEVLETİN VAZİFELERİ

Milletin kurduğu devletin ve hükümet teşkilâtının, vatandaşlara karşı, mükellef olduğu vazifeleri ve salâhiyetleri, vardır. Bu vazifelerin mahiyetleri tetkik olunursa, şöyle bir sıra yapılabilir :

a) Memleket içinde, asayişi ve adaleti tesis ve idame ederek, vatandaşların, her nevi hürriyetini, mâsun bulundurmak

b) Haricî siyaset ve diğer milletlerle münasebetleri idare ederek ve dahilde her nevi müdafaa kuvvetlerini, daima hazır bulundurarak, milletin istiklâlini emin ve mahfuz bulundurmak.

c) Bu iki nevi vazife, devletin, en esaslı vazifelerindendir. Denilebilir ki, devlet teşkilinden maksat, bu iki vazifenin ifâsını temin etmektir. Çünkü bu vazifeler, vatandaşların fert olarak, yapmağa muktedir olamayacakları işlerdir. Hattâ, vatandaşların, bu vazifeleri, kısmen dahi, yapmağa kalkışmaları caiz değildir; zira, o zaman, anarşi olur; devlet kalmaz. Meselâ; bir vatandaş kendi kendine bir ecnebi devletle, siyasî bir temas ve münasebette bulunamaz.

d) Bir vatandaş, memleket müdafaasında, başına toplayabileceği, bir takım, kimselerle başlı başına harekete mezun değildir.

e) Bir vatandaş, kendi hürriyet ve hakkını, kendi maddî kuvvetine dayanarak temine kalkışamaz.

f) Bu hususlar, fertlerin kuvvet ve teşebbüsleri ile değil,milletin iradesini haiz olan devletin kudret ve nüfuzuyla temin olunabilir.

“31.1.1930, Cuma günü

Hürriyetin Muhtelif Şekilleri:

Bir milletin harsı yükseldikçe, ferdi hürriyetin tatbikat sahaları genişler ve çoğalır. Muhtelif şekilde birbirinden ayrı ve müstakil ferdi hürriyetler meydana çıkar. Bu hürriyetler, mahiyet ve tabiatlarına göre iki gruba ayrılırlar:

Birinci grup içinde sayabileceğimiz hürriyetler başlıca, ferdin maddi menfaatlerine tekabül eder, ki şunlardır:

Kelimenin dar manasıyla, şahsi hürriyettir. Yani, serbestçe gitmek, gelmek, milli topraklarda kalmak, yahut oradan çıkmak hakkına malik olmaktır. (Seyahat ve ikamet hak ve hürriyeti) Bununla beraber, keyfi tevkiflerden, hapisten ve cezadan masun olmak emniyetidir.

Hususi meskenin masuniyetidir. Bu hak, şahsi emniyetin mabadi ve temadisidir. İnsan evinin sahibidir ve oraya ancak istediğini sokar. Bir insanın evine, hükümetin müdahalesi, yalnız kanunun tayin ettiği hallerde ve surette olabilir.

Ferdi mülkiyettir. Bir insanın emeği mahsulü olan her şeye sahip olması, devletin müdahale edemeyeceği, ferdin yüksek haklarındandır. İnsan, namuskârane, sahip olduğu mal ve mülküne istediği gibi tasarruf eder; satabilir, satmayabilir, istediğine verebilir, onları mahvedebilir, yıkabilir. Eski zamanlarda böyle değildi, aksi idi, insanları muvafakatları olmadığı halde, aileleriyle, oturdukları yerle beraber satabilirlerdi.

Ferdi mülkiyet hakkını yegane tahdit eden, umumi menfaatler için istimlâktir. Bununla beraber hükümetin, belediyelerin, mahalli idarelerin, ne gibi lüzum ve mecburiyetlerle ve ne gibi usul ve şekilde istimlak edebilecekleri, istimlak kanunlarıyla tayin edilmiştir. Fikir ve kalem mahsulü olan her eser dahi, sahibinin hakkıdır. Bu hak, “Hakkı Telif Kanunu” ile müeyyettir.

Ticaret, say ve zanaat hürriyetidir. İnsan hayatını kazanmak için, istediği işte, meslekte ve zanaatta çalışabilir, bu hususta serbesttir. Ancak bu hürriyet, umumun iyiliği için makul olarak bir takım kanuni kayıtlar ve şartlara bağlıdır.”

İkinci gruba dahil olan hürriyetler, daha çok, doğrudan doğruya ferdin fikri hayatındaki hürriyet haklarıdır. Bunlardan birincisi vicdan hürriyetidir. Her fert, istediğini düşünmek, istediğine inanmak, kendine mahsus siyasi bir fikre malik olmak, intihap ettiği bir dinin icabatını yapmak veya yapmamak hak ve hürriyetine maliktir. Kimsenin fikrine ve vicdanına hakim olunamaz. Vicdan hürriyeti, mutlak ve taarruz edilmez ferdin tabii haklarının en mühimlerinden tanınmalıdır.

Medeniyetin geri olduğu cehalet devirlerinde, fikir ve vicdan hürriyeti, tahakküm ve tazyik altında idi. İnsanlık bundan çok zarar görmüştür. Bilhassa, din muhafızlığı kisvesine bürünenlerin, hakikati düşünebilenler, söyleyebilenler hakkında reva gördükleri zulüm ve işkenceler, insanlık tarihinde daima kirli facialar olarak kalacaktır.

Türkiye Cumhuriyetinde, her reşit, dinini intihapta hür olduğu gibi, muayyen bir dinin merasimi de serbesttir; yani âyin hürriyeti masundur. Tabiatiyle, ayinler asayiş ve umumî adaba mugayir olamaz, siyasî nümayiş şeklinde de yapılamaz. Mazide çok görülmüş olan bu gibi hallere, artık, Türkiye Cumhuriyeti asla tahammül edemez.

Bir de, Türkiye Cumhuriyeti dahilinde bilûmum tekkeler ve zaviyeler ve türbeler kanunla kapatılmışlardır. Tarikatlar lâğvolunmuştur. Şeyhlik, dervişlik, çelebilik, halifelik, falcılık, büyücülük, türbedarlık vs. memnudur. Çünkü bunlar irtica membaları ve cehalet damgalarıdır. Türk milleti böyle müesseselere ve onların mensuplarına tahammül edemezdi ve etmedi.

Lâiklik - Türkiye Cumhuriyetinin resmi dini yoktur. Devlet idaresinde bütün kanunlar, nizamlar ilmin muasır medeniyete temin ettiği esas ve şekillere, dünya ihtiyaçlarına göre yapılır ve tatbik edilir. Din telâkkisi vicdanî olduğundan, Cumhuriyet, din fikirlerini devlet ve dünya işlerinden ve siyasetten ayrı tutmayı milletimizin muasır terakkisinde başlıca muvaffakiyet âmili görür.

( Prof. Dr. A. Afet İnan, M. Kemal Atatürk’ten Yazdıklarım, Ankara, 1969, Atatürk’ün el yazıları kısmı, s. 21; Prof. Dr. Afet İnan, Medeni Bilgiler, Ankara 1988, s. 55 ve el yazısı ile s. 466 vd.)
#79 - Eylül 27 2008, 15:03:26
''Cehennem, başkalarıdır. ''

Kılıç Ali’nin bir anısı



“Atatürk, halk hakimiyetinin esas temel taşının hak ve adalet olduğuna içten inanmış bir adamdı. Bundan dolayı, adalete çok önem verirlerdi. Daima, “Adalet bir devletin esası olduğuna göre mahkemelerin sözde değil gerçekten tarafsızlığını sağlamak her işin başında bulunmalıdır. Hak sahiplerine zorluk çıkarmak, iş sahiplerine, bugün git, yarın gel diye bir takım zorluklara uğratmak, hükümet otoritesi maskesi altında halka zorbaca davranmak, yakışıksız muamelelere cüret etmek gibi haller derhal önlenmelidir”derlerdi...”

(Kılıç Ali, Atatürk’ün Hususiyetleri, İstanbul 1955, s. 54)
#80 - Eylül 30 2008, 19:51:46
''Cehennem, başkalarıdır. ''

Atatürk’ün hazırladığı anayasa değişikliği tasarısı



“Lozan Barış Anlaşmasının imzasından sonra Mustafa Kemal paşa, Özel Kaleminde memur olan ve kişisel güvenini kazanmış bulunan Hasan Rıza Soyak’ı çağırarak bir kaç küçük kağıt parçasını vermiş ve şöyle demiştir:

- “Bunları al, müsvedde halindedirler, beyaz edeceksin. Yazılar karışıktır, dikkat et, okuyamadığın veya anlayamadığın yer olursa bana sorarsın. Bunları şimdilik yalnız sen ve ben bileceğiz; amirlerine dahi bahsetmene lüzum yoktur”.

Hasan Rıza Soyak, Mustafa Kemal Paşanın kullandığı küçük bir not defterinden koparılmış ve onun el yazısı bulunan bu sahifeleri okuyunca bunların 20.1.1921’de kabul edilen Teşkilâtı Esasiye Kanununun devlet şekline ait maddelerini değiştiren ve Türkiye Devletine, “Cumhuriyet” şeklini kazandıran taslak olduğunu görmüştür.

Mustafa Kemal Paşa tarafından hazırlanan metin aynen şöyledir :

“Türkiye Devletinin hükümet şekli Cumhuriyettir”.

“Türkiye Devleti Büyük Millet Meclisi tarafından idare olunur”.

“Meclis, hükümetin inkısam ettiği (bölündüğü) idare şubelerini, icra vekilleri vasıtasıyla idare eder”.

“Türkiye Cumhur reisi, Umumî Heyet tarafından, Türkiye Büyük Millet Meclisi azası meyanından bir intihap devresi için seçilir. Reisin vazifesi yeni Cumhur reisinin intihabına kadar devam eder. Tekrar intihap olunmak caizdir. Türkiye Cumhur reisi, devletin reisidir; bu sıfatla lüzum gördükçe Büyük Millet Meclisine ve Vekiller Heyetine riyaset eder”.

“Başvekil, Cumhur reisi tarafından ve meclis azası arasından intihap olunur. Diğer vekiller, Başvekil tarafından yine Meclis azası arasından intihap olunduktan sonra heyeti umumiyesi, Cumhur reisi tarafından Meclisin tasvibine arz olunur. Meclis içtima halinde değilse, tasvip işi meclisin içtimaına talik olunur”.

Hasan Rıza Soyak, verilen metni yeni baştan düzenleyerek yazdırdıktan sonra, Mustafa Kemal Paşanın konu ile ilgili talimatını almıştır.

“Şimdi bunu al, Adliye Vekili Seyit beye götür, yarına kadar bunları okusunlar. Cumhuriyet ve halk hakimiyeti mefhumları ile umumi hukuk kaideleri bakımından tetkik etsinler ve mütalaalarını bildirsinler. Meselenin şimdilik üçümüzün arasında kalmasını arzu ettiğimi de Seyit Beye söylersin”.

Verilen emir yerine getirilmiş, Seyit bey müsveddeleri okuduktan sonra, geri verirken görüşlerini, Hasan Rıza Soyak’a “pek mükemmel bulduğunu, esaslarda mutabık olduğunu, tashih haddi olmamakla beraber, birkaç nokta da Gazi’nin emirlerine imtisal ederek (uyarak), mütalâalarını kaydettiğini”, söylemiştir.”

(Atatürk ve Cumhuriyet, Prof. Dr. Hamza Eroğlu, AAM Yayınları, Ankara, 1989; s. 39)
#81 - Eylül 30 2008, 19:52:37
''Cehennem, başkalarıdır. ''

Atatürk tarafından Türkiye’ye davet edilen ve Çankaya’da, kendisine tahsis edilen bahçeli bir evde üç kez misafir edilen gazeteci ve yazar Berthe B. Gaulis’in anlatımıyla eşitlik ve kadın hakları konusundaki düşünceleri



Arada bir, başkaca, daha hafif konulara da değinmiştik. Birinden ötekine geçiyor, o sıralarda gelen misafirleri de tartışmaya sokuyorduk. Sonra, onlarla birlikte sofraya oturuluyordu. Masa, çok şirindi, çok sade idi, orada düzenlenmişti. Küçük mermer bir havuzdan fışkıran suyun titremesi, kış olmasına rağmen bazı çiçekleri canlı tutuyordu. Nasıl oldu bilemem, bu hal, bizi ebedi konuya çekiverdi: Kadın konusu. Bu derecede değişen Türkiye’de kadının kaderi nasıl olacaktı?

O beklenmez nüanslarla dolu ses ile gözlerin parlaması, bir anda şu karşılığı verdi: “Tam eşitlik! Bizdeki hakların hepsine sahip olacak.”

“Kadınlarımız kurtuluşlarını gerçekten hak etmişlerdir. Bir milletin yarısının, onun sosyal yaşayışı dışında tutulması kabul edilemez.” Böylece, Mustafa Kemal, benim üç kez, tüm Anadolu boyunca gördüklerimi hatırlatmış oluyordu: Kadın, erkeğin yerini alıp askerlik etmişti; tarlalarda çalışıyor, çift sürüyor, cephaneler taşıyor, siperlere kadar askerlerin savaşına ortak oluyordu. Yakında Türk cephelerini yine ziyaret edecektim. O da, Türk köylü kadınını yüceltiyor, onun Anadolu’yu kurtarışı karşısında bana şöyle diyordu: “Gidin bakın, İsmet paşa bu konuda neler düşünüyor.”

(Gaulis, Berthe B., Çankaya Akşamları, Çev: Füruzan Tekil, İstanbul, 1983; s. 43)
#82 - Eylül 30 2008, 19:53:44
''Cehennem, başkalarıdır. ''

Atatürk tarafından Türkiye’ye davet edilen gazeteci ve yazar Berthe B. Gaulis’in, Atatürk’ün, 1 Aralık 1921 tarihinde(*) TBMM’de yaptığı konuşma hakkında yazdıkları





Şimdi Paşa gelmiş bulunuyordu. Çabuk adımlarla, herhangi bir yere basit bir mebus gibi gitti oturdu, dinledi, notlar aldı.

Sonra, kurşun kaleminin tersiyle önündeki sıraya üç kez vurdu. Bu, söz istediğinin işareti idi. Başkanlık eden zat, kalem darbelerinin farkında olmamıştı. Paşa, onları aynı jestle tekrarladı, bu sefer bir işaret ona cevap teşkil etmişti, o da ayağa kalkıyor, toplantı salonunu, kendini simgeleyen yürüyüşü ile geçiyor, hatiplere ayrılmış yerin merdivenlerini çıkıyordu. Kürsüye gelince önüne bir kaç küçük tabaka kağıt koydu ve başladı. Bu kağıtlara çok az bakacak, hep irticalen konuşacaktı.

Çok kısa bir ara verme ile tam beş saat, bu topluluğa hitap edecekti. Öyle bir topluluk ki, pek değişik unsurlarla oluşmuştu ve bir kere olsun tökezlemeyen, sürtüşmeyen sözlerinin egemenliği onu ilgilendirecekti.

O ölçülü ton, bugün madenî biçimde çınlıyordu. Düşüncelerine tam hakimiyetle konuşuyordu. Sözlerindeki şiddet tesadüfi değil, iradi idi. Zarif kalpağı altında, profili bir madalya gibi hareketsizleşiyordu. Sivil kıyafette idi, her zamanki gibi çok güzel giyinmişti. Öteki mebuslarınki ile onun elbisesi arasındaki farkı görebilmek, ondaki kusursuz elbise kesilişini fark edebilmek için, alışmış gözlerin bakması yeterdi.

Bununla birlikte, ne kadar sade kalmak isterse istesin , hareketi, yürüyüşü anlatılmaz bir itibarlı durumu, şefi derhal işaretliyor, bütün topluluk da onu, davranışı ile, öyle tanıdığını gösteriyordu. Topluluk inanılmaz bir dikkat yoğunlaşması ile fakat asla bir aşağılık duygusuna kapılmaksızın bazen da heyecandan titreyerek yürekten dinliyordu. Bir ara şöyle demişti:

“ İşte bir haftadan fazla oluyor ki, burada, vekiller ile onları temsil edenlerin vazife ve mesuliyetleri görüşülüyor. İlgililerin açıklamalar yapmaları elbet gerekiyor. Bu bakımdan kanun sözcüsü haklıdır; ama öteki hususlarda, onun fikirlerine katılmıyorum.”

Çatışan iki grubu kıyaslayarak şunları eklemişti. Mustafa Kemal :

- “Burada herkesin konuşmasını dikkatle dinledim, onlardan yararlandım.” Sonra, benzetilmez bir ustalıkla, sözcünün ortaya koyduğu kanıtları, ayrı ayrı çürütüyor, bundan sonra da, birden bire, şiddetle vuruyordu: Ülkeyi felâkete götürmüş bir “kanun esasi” vardı, onu parçalara ayırıp, gösteriyor, onun tüm zaaflarını ortaya koyuyor, buna karşı yeni hükümler öneriyor, ona kanuni ve hukuki yönlerden hak verdirerek, her zaman kendine egemen fikri ortaya atarak, bir güven meselesini meclis önüne getiriveriyordu.

Onun bütün davası, süresi uzun bir eseri ortaya koymaktı ve çok kez yaptığı gibi, yine parlamentoyu, madde madde, bir tahlilin içine çekiyordu. İki yıl, bunu, hep birlikte hazırlamışlardı. Hatip, şimdi, Parlamentosuna, altına imza koyduğu anlaşmaları, akitleri hatırlatıyor ve bugün feci şartlar içinden çekip aldığı Türkiye ile çözülmeler halindeki Türkiye’yi kıyaslıyordu.

Sonra, soruyordu: “Bizim Devlet şeklimiz nedir? onu ne ile kıyaslayabiliriz?

Devletimiz, ne demokratiktir, ne de sosyalisttir. O diğerlerinin hiçbirine benzemez, o milli iradeyi, milli hakimiyeti temsil eder. Mutlaka, sosyal görünüşü ile anlatmak gerekirse:

- “O, halkın Devletidir deriz.”

Meclis, bunları, bütün kalbi ile dinliyordu. Arada, bir takım sesler yükseliyor, bazı itirazlarda bulunuluyordu. Hocalar ise hatibi destekliyorlardı :

- Biz fakir ve çalışkan bir milletiz, yaşamak için, kurtulmak için çalışan bir millet. Bu nedenle herbirimizin hakkı da vardır, yetkisi de vardır. Ama bizler, bu haklarımızı çalışmak suretiyle elde ediyoruz. Hiç kimseye benzememenin şerefini taşıyoruz. Bununla övünmemiz gerekir.”

Hatip, daha sonra, asla bozulmayacak emin üslubu içinde, şöyle diyordu: “Şayet bu tahlillerim uzuyorsa, beni bağışlayın, zira bütün dünyaya sesleniyor, cevap veriyorum buradan, milletim adına ve sizlerin Başkanınız sıfatıyla…”

Bundan sonra, bir kere daha, tam bir ilke ifadesiyle, değişmez amaç güden sabit ve gerçekçi politikasını şöyle dile getiriyordu :

- Milli sınırları içinde ülkenin hayat ve istiklâlini sağlamak, her çeşit hayalden uzaklaşıp, gerçekler zeminde kalmak.”

Ayrıca, Meclise, her politik varlığın kendi kudret ve gelişme sınırları bulunduğunu şöyle hatırlatıyordu:

- Biz, canlarımızı ancak istiklâlimiz için feda ederiz.”

1908 deki hataları, “Kanunu Esasi” nin ilanını, sadece birkaç adamın ihtirasına hizmet için yapılan o esas teşkilât kanunundaki gafleti işaret ediyor, sonra şimdi hep birlikte serbestçe yaptıkları ve ellerinde yasama, yürütme kaza organları güçlerini bir bütün halinde toplayan yeni kanun tasarısı üstüne ışık tutuyor, bu kuvvetlerin ayrımı konusunda teklif getiren sözcüye de şiddetle karşı çıkarak şöyle diyordu :

- Hükümet edebilmek için tek bir temel şart vardır. O şart kurtuluştur.

Mustafa Kemal, konuşmasını şöyle bağlıyor ve bitiriyordu :

- Şayet, bütün bu sözlerden sonra, sizleri bir gerçek ya da bir anlayış üzerine aydınlatabildimse, kendimi mutlu sayacağım. Size ifadeye çalıştığım o hakikat, şudur: Millet yolunu seçmiş, o yolun sonuna gelmiştir. Millet, ışığı görmeye başlamıştır; bu, onun mutluluk güneşidir, Onu geri çevirecek hiçbir kuvvet mevcut değildir.”

Uzun bir anlatışın bu küçük tahlili, ondaki gücün, parlaklığını ve niteliğini ortaya koymaktan uzaktır. O anlatışta her cümle bir ayrı değer taşır. Şuraya buraya çıkarılan bazı kısımlar o sözlerin hakim vasıflarını veremezler.

Bir yandan da, bu konuşmanın dinleyiciler üzerindeki etkisini izlemekte yarar vardır. Anadolu’nun bütün vilayetlerinden, uzak diyarlardan koşup gelmiş bu insanlarda, gerçekten, bir amaç uğrunda çalışma aşkı vardı. Bu amaç, o günlerin zorluklarını çok aşan bir amaçtı.

Günün zaruretlerini hatırlatan Mustafa Kemal’in bunları çözümleme çarelerini şartlar halinde göstermesi yanında, sesi ile , bakışı ile, tüm kişiliği ile, dayanılmaz bir kuvveti daha vardı: Bu, üstünde milyonlarca insanın gözü olan, onun en ufak sözünü bekleyen, ona ümitler bağlayan insanları sevk edebilme yeteneğidir.



Dinleyici localarında, Asyalı delegelerin yüzlerinde, konuşmayı eksiksiz anlayabilmenin gayreti görülüyordu. Mustafa Kemal, aynı çevik adımlarla, yüz çizgilerinde hiç bir yorgunluk eseri görülmeksizin, kendisini topluluktan ayıran bir kaç basamağı indikten sonradır ki, birden gevşedi ve işte ancak o anda, konuşmasının saatlerce sürdüğünü fark etti.

(Gaulis, Berthe B., Çankaya Akşamları, Çev: Füruzan Tekil, İstanbul, 1983, s. 45-47)
#83 - Eylül 30 2008, 19:54:57
''Cehennem, başkalarıdır. ''

Bozkurt- Lotus Davası olarak bilinen uluslararası davada Atatürk’ün tutumu konusunda bir anı



“Lozan’dan üç yıl sonra, bir Türk vapuru bir Fransız vapuru ile açık denizde çarpışıyor. Türk vapuru batıyor. Sekiz Türkün canı da kayboluyor. Lotus vapuru İstanbul’a gelince, Türk adliyesi olaya el koyuyor. Fransız gemisinin nöbetçi kaptanı Demons’u tutukluyor. Fransız Büyük Elçiliği kaptanın serbest bırakılmasını istiyor; biz adliyeye Hükümetin hiçbir suretle müdahale edemeyeceği cevabını veriyoruz. Fransız basını işi kızıştırıyor. Türkiye’nin aleyhinde şiddetli yazılar yazılıyor. Türklerin devletlerarası hukuku bilmedikleri, Lozan’da elde ettikleri neticeye lâyık olmadıkları iddia ediliyor. Bu esnada Mahmut Esat heyecan içindedir. Adliyemizin tuttuğu yolun doğruluğuna emindir. Kuvvetli hukuk tahsili ulusal onuru ilgilendiren konulardaki duyarlılığı ona, yönünü kolayca gösteriyordu. Gazetelerimiz, hukukçularımız arasında tereddüde düşenler, acaba haksız mıyız, Demons’u serbest bıraksak iyi olur diyenler de vardı. Mahmut Esat herkesi ikna etmeye çalışıyor ve bu meselede geri çekilmenin hem uluslararası itibarımızı sarsacağını, hem de çok sevdiği ve inandığı Başbakanının Lozan’da bin bir zorlukla kaldırdığı adli kapitülasyonlara Türkiye kapılarını yeniden aralamak olacağını söylüyordu. Mahmut Esat anlatıyor:

“-Bir gün Atatürk ve İnönü beni nezdlerine çağırdılar. Meseleyi bir daha izah etmemi emrettiler. Anlattım ve sözlerimi şöyle tamamladım: - Paşam, Lahey Adalet Divanına gidelim, kimin haklı olduğu meydana çıksın. Ben hakkımızdan eminim. Müsaade ederseniz davamızı ben müdafaa edeyim. Kaybedersem memlekete bir daha dönmem. Fakat kazanacağız. Hem Adalet Divanı önüne gitmeden Fransızların dediğini yapacak olursak Fransız Devletinin tehditleri karşısında boyun eğmiş olacağız, bu da onlara diğer meselelerde aynı tehditleri öne sürdürmek cesaretini verecektir. Halbuki Lahey Divanına gidersek davayı kaybetsek dahi şeref ve haysiyetimiz zedelenmez. Zira milletlerarası bir mahkemenin hükmüne uymak şerefsizlik değil, bilakis büyük şereftir.”

Bu sözler üzerine (Atatürk) kendisine: “-Güle güle git kazanacaksın, kazanmasan da memleket seni bağrına basacaktır” diyorlar.”

(Işıtman, Tarık Ziya, Mahmut Esat Bozkurt Hayati-Şahsiyeti-Eserleri, İzmir 1944, s. 19-20)
#84 - Eylül 30 2008, 19:57:27
''Cehennem, başkalarıdır. ''

Hukuk devrimi sırasında, Atatürk’ün Mahmut Esat Bozkurt’la(*) görüşmelerinden


“Görülüyor ki hukukta batılaşma isteği memleketimizde Cumhuriyet döneminde ortaya atılmış değildir. Bunu Atatürk şöylece açıklar : “Türk Milletinin çağdaş uygarlığın araçlarından yararlanmak için, aralıksız üç yüz seneden beri sarf ettiği gayretlerin ne kadar elemli ve ızdıraplı engeller karşısında heba olduğunu üzüntü ile göz önüne alarak söylüyorum”. O halde batılılaşma akımı Atatürk’ten evvel de vardı. Fakat bu akım, karşısındaki direnci yenemiyordu.

Ali Paşa’dan sonraki hamleyi Mahmut Esat Bozkurt’un başarılı çabası temsil etmektedir. Ortaya atılan ilk fikir, Fıkıh esaslarına değil, Batı hukuku anlayışına uygun, fakat belli bir kanunu almak şeklinde olmayan, batı hukukunun esaslarına bağlı, yeni metinler hazırlamak idi. Fakat kurulan komisyon bir türlü sonuca varamıyordu. Hatta bu komisyonda geriye dönüşün eğilimi seziliyordu. Bu durumda kesin bir karar verilmesi, son sözün Atatürk tarafından söylenmesi gerekiyordu. Konuyu Bozkurt, Atatürk’e arz etti ve ana kanunlarımızın batının ün kazanmış kanunlarının iktibası şeklinde olması lüzumunu belirtti. Atatürk şunu sordu: Bu kanunları uygulayacak hukukçularımız var mı? Bozkurt, hiç düşünmeden şu cevabı verdi: Yetiştireceğim.

Bu konuşmadan sonra Atatürk 28 Şubat 1924 tarihinde Büyük Millet Meclisinde verdiği demeçte “yeni hukuk esasları” ndan söz etti ve şunları söyledi: “Önemli olan nokta, adli anlayışımızı, adli kanunlarımızı, adli teşkilâtımızı, bizi şimdiye kadar bilinçli veya bilinçsiz etki altında bırakan çağın gereklerine uygun olmayan bağlardan kurtarmaktır”.

Bu suretle fikirce hazırlık başlamıştı. Mahmut Esat Bozkurt fıkıhın son dönem uygulamalarının tutuculuğunu, sakıncalarını belirten konuşmalar yapıyordu. “Ankara Hukuk Mektebi” nin açılışında Atatürk’ün

konuşmasına, Bozkurt’un verdiği cevapta şunları söylediği görülmektedir: “Fıkıh ve fıkıhla ilgilenenler, tarihin en büyük aşamalarında zorbalık ve bozgunların gerekçesi ve nedeni oldular”. Şöyle devam etti “… Cumhuriyetin Türk Adliyecileri bu çerçevede devrimin kendilerine yüklediği geniş ve engin görevin ağırlığını kavramışlardır. Bunun gereklerini yapmaya hazırdırlar. Devrim için hazır olmak ve onu savunmak rolü Türk Adliyecisinin yegâne övünme nedenidir. Devrimler, insanlığı mutluluğa götüren araçlardır. Karşı koyanların sonu mutlak bir hüsrandır”.

Atatürk ile Mahmut Esat Bozkurt arasında tam bir inanç birliği vardı. Atatürk “zihniyeti, içtimai hayatın temeli olan yeni hukuk esaslarını tesbit ve teyit etmek çaresine tevessül eylemek” direktifini verdi ve inançlı uygulayıcısı Bozkurt’u görevlendirdi.

Atatürk bir nutkunda “Büsbütün yeni kanunlar yaparak eski hukuk esaslarını temelinden söküp atmak teşebbüsündeyiz” dedi ve ilerisini görerek şunları ilâve etti: “Yeni hukuk esasları ile abecesinden öğrenime başlayacak bir yeni hukuk neslini yetiştirmek lâzımdır”. “Ankara Hukuk Mektebi” nin açılması uygulamada ilk adım oldu. Bu mektep, Cumhuriyet döneminin ilk yüksek öğrenim kuruluşudur.

…… Lozan Anlaşmasının 15. Maddesine aykırı olarak uluslararası hukuk esaslarına aykırı hareket etmiş midir, eğer etmiş ise bu esaslar hangileridir?”. Adalet Divanı Türk Devletini haklı gördü. O halde bu dava pek çok deniz kazasından biri olmasına rağmen neden Türk Hukukunda büyük bir başarı sayılmaktadır? Nedenini Adalet Divanının 7 Eylül 1927 tarih ve 9 sayılı kararının sonuç kısmında yer alan cümlede bulabiliriz: “… Türkiye, söz konusu ceza uygulamasını, Devletler Hukukunun her bağımsız Devlete tanıdığı özgürlüğe güvenerek, yerine getirmekle… Devletler Hukuku prensiplerine aykırı hareket etmemiştir”. O halde konu, bugün bize pek olağan gözüken “Bağımsız Devlet” onurunun, Milletlerarası Yüksek bir Divan kararı ile, milli mücadeleden sonra ilk defa tescil ve kabul edilmiş olmasıdır. Mahmut Esat Bozkurt “Devletlerarası Hak” (Ankara, 1940) İsimli kitabının İnönü’ye ithaf kısmında şunları yazmıştı. “Lozan’daki zaferin anlamı, Türk Ulusunun modern uygar dünya ile eşit olmasıdır”.

Bozkurt’un Atatürk’ün direktifleri ile yepyeni bir hukukçu kuşağı yetiştirmiş olması, yaşımız ne olursa olsun, hepimizin bu kuşakta yer alması, biz hukukçular için ortak görev bağıdır. Atatürk’ün hukuk devriminden en ufak bir sapmaya göz yummak, büyük sorumlulukları gerektirir. Geriye dönüş isteklerine zaman zaman, rastlanmıştır. Bu isteklerin alında karanlık duygular yatar. Bu isteklerin bazıları korkunç denecek kadar sinsi ve kurnazdır.

Atatürk’ün şu sözlerinin hiç unutulmaması gerek: “Medeni Hukukta , Aile Hukukunda takip edeceğimiz yol ancak uygarlık yolu olacaktır” , “Hukukta idarei maslahat ve hurafelere bağlılık, milletleri uyanmaktan men eden ağır kâbustur. Türk milleti üzerinde kâbus bulunduramaz”.

(Erem, Faruk, Prof. Dr., 50. Yıl ve Mahmut Esat Bozkurt, Ankara, 1973; s. 5-7)
#85 - Eylül 30 2008, 19:58:17
''Cehennem, başkalarıdır. ''

Devlet memurları ile parti müfettişleri arasındaki ilişkilere dair, Hasan Rıza Soyak’ın naklettiği bir anı



“Atatürk, bir sabah derhal İzmir’e gitmek istediğini söyleyerek hazırlık yapmamızı emretti; seyahatlere çıkarken ekseriya maksadını da bildirirdi; bu sefer hiçbir sebep göstermedi. Hazırlandık, hemen o akşam yola çıktık.

İzmir’de daha evvel kendisine hediye edilmiş olan Kordonboyu’ndaki Naim Palas’a indik. İlk akşam yemeğine daha bazı zatlar ile beraber, vali rahmetli general Kâzım Dirik ve Cumhuriyet Halk partisi müfettişi, Balıkesir mebusu Hâcim Muhittin Çarıklı da davetli idi.

Sofra, sokak kapısından girince sağa düşen salonda kurulmuştu; zaten orası, bu bina kendisine verildiği günden beri, yemek salonu olarak kullanılmaktaydı.

Atatürk saati gelince, üst kattaki yatak odasından inip misafirleri ile beraber bu salona girdi; ben de büyük holde bir koltuğa oturdum, dinleniyordum. Oturduğum yerden sofradakiler görünmüyor, fakat konuştukları işitiliyordu; birdenbire Atatürk’ün sesi yükseldi:

“Paşa hazretleri, burada vali yani Devletin temsilcisidir; koskoca vali-i âlişan!… Burada ben bile onun kararlarına göre hareket etmek mecburiyetindeyim; mesela, bana bugün sokağa çıkma diyebilir ve ben buna uyarım, uymak zorundayım; çünkü buranın asayişinden, idaresinden, her şeyinden o sorumludur…! Diyordu; hiddetli olduğu belliydi. Ne olmuştu, niçin ve kime kızmıştı?… İlk anda anlayamadım; bir ara benim ismimi de telaffuz ettiğini duydum, arkasından bir sofracı geldi: “Atatürk sizi istiyor” dedi.

Kalkıp salona girdim, her zaman olduğu gibi sofranın deniz tarafındaki başında oturuyordu; sağında vali Kâzım Dirik, onun yanında da Hâcim Muhittin Bey vardı:

“Bak çocuk!…” dedi, Hâcim Muhittin Çarıklı’yı göstererek, “Beyefendi Parti müfettişliğinden çekilecekler; senden Parti Genel Sekreterliğine bir istifa mektubu yazmasını rica ediyorlar…”

Biraz durdu; Çarıklı’ya baktı:

“Bunu telgraf yapsak daha iyi olmaz mı beyefendi?…” diye sordu, Çarıklı kabul yollu başını eğdi; tekrar bana döndü:

“Hadi böyle bir telgraf hazırla, getir!… Beyefendi imza edeceklerdir,” emrini verdi; tabii telgraf yazıldı, imzalandı ve çekildi.

Ondan sonra Atatürk sabaha yakın bir saate kadar hep Çarıklı ile meşgul oldu; kendisine büyük iltifatlarda bulundu.

Ertesi gün uykudan uyandığını haber alınca yanına girdim; gece olup bitenleri hatırlamıyormuş gibi, hafifçe tebessüm ederek sordu:

“Yahu, dün akşam neler oldu?…”

Anlattım; bu sefer ciddileşti:

“Bu büyük bir derdimdir çocuk!” dedi… “Bak sana izah edeyim; Ankara’da kulağıma gelen bazı dedikodulardan vali Kâzım Paşa ile Parti müfettişi Hâcim Muhittin Bey arasında bir geçimsizlik olduğunu far ketmiş, Hâcim Muhittin beyin mebusluk ve parti müfettişliği sıfatlarına dayanarak, Kazım Paşaya tahakküm etmek sevdasına kapılmış olmasından şüphelenmiştim. Buraya işte bunun için, yani durumu yakından görüp incelemek için geldim. Daha ilk temasımda şüphemin yerinde olduğunu hissettim; hele akşam sofraya otururken Hâcim Muhittin Beyin, kendisine yer göstermiş olmama rağmen, valinin önüne geçmeye davrandığını görünce artık dayanamadım; böylece bildiğin netice meydana geldi.”

Birkaç dakika sustu, düşündü tekrar konuşmaya başladı:

“Efendim, vali bulunduğu vilayette Devletin mümessilidir; oranın her halinden kanunen o mesuldür; Parti müfettişinin ise orada kanuni ve resmi hiçbir sıfatı, tabiatiyle de hiçbir nevi sorumluluğu yoktur; onun vazifesi, nihayet, Parti işlerini düzenlemekten ibarettir; icra işlerine müdahale edemez, etmemesi lâzımdır. Fakat bizde ta İttihat ve Terakki murahhaslarından kalma sakim bir itiyat vardı. Bu zatlar kendilerini icra işlerinde de vazifeli ve yetkili saymakta, öyle hareket etmekteydiler. Şimdi görüyorum ki, muhtelif vilayetlerde bulunan bizim Parti müfettişleri ve reisleri de aynı yolu tutmuşlardır ve Partinin başında bulunan arkadaşlar da bu vaziyeti adeta tabii buluyorlar, “Vali ve müfettiş iki samimi arkadaş gibi baş başa verir, konuşur, anlaşır ve işleri elbirliğiyle yürütürler” mütalaasında bulunuyorlar; bu mütalâa katiyen yanlıştır. Ne kadar iyi geçinen, anlaşılabilen yakın arkadaşlar olurlarsa olsunlar iki insanın her meselede aynı görüş ve düşünüşe sahip olması imkânsız bir şeydir. Şu halde düşünelim!… Parti müfettiş ve reislerinin icra işlerine karışmasını hoş görmekte devam edersek netice ne olacaktır?… Evvela Parti müfettişlerini ele alalım; ya vali müfettişi, yahut da müfettiş valiyi, yani behemehal ikisinden biri ötekini tesiri altına alacaktır… Eğer vali, Parti müfettişini yedeğine alırsa, müfettiş bey, dolayısıyla ondan bu sahada beklenen hizmet, sıfır olmuş demektir; o halde neden, boş yere adam kullanıp emek ve para harcamalıdır öyle değil mi?… Yardım dersek, valilerin yanlarında ve emirlerinde zaten yardımcıları vardır; icap ederse, en liyakatli olanlarından seçmek suretiyle bu yardımcıların adedi çoğaltılabilir de… Aksine, eğer Parti müfettişi, valiye hükmeden bir duruma gelirse orada Devlet işleri ve otoritesi, kanunen sorumsuz bir adamın eline geçmiş demektir ki, böyle bir hal, Devlet idaresinde, zararları ölçülemeyecek kadar büyük bir felaket, bir fecaat olur. Parti reisleri için de hal aynıdır.”

Burada biraz durdu; gözleri dalgınlaşmış, yüzü hüzünlü bir hal almıştı.

“Çocuk” dedi, “bilir misin ki İttihat ve Terakki’nin başarısızlığa uğramasının en mühim sebeplerinden biri, idareyi mes'ullerden ziyade, gayrı mes'ullerin eline bırakmış olmasıdır; bu yüzden memleketin her bakımdan ne kadar büyük, ne kadar ağır ziyanlara uğradığını hep biliyoruz.

Meseleyi başka bir cihetten de tahlil edelim; valiler, tabii, merkezden uzaktadırlar. İzin alıp Ankara’ya geldikleri zaman da Vekilleri görüşebilmek için bazen günlerce bekleme odalarında akşamı ederler; nihayet onlarla konuşmalarında bir memur, bir maiyet adamı gibi idare-i kelâm etmek zorundadırlar. Halbuki aynı zamanda mebus olan müfettiş beyler, her istedikleri zaman, merkeze gelebilirler; Mecliste, yahut makamlarında bütün Vekiller, hatta Başvekil ile arkadaş gibi görüşebilirler, üstelik Parti merkezini de kendi görüşlerine, kolaylıkla ortak edebilirler.

Şimdi bir valinin mebus olan Parti müfettişi ile herhangi bir meseleden dolayı ihtilafa düştüğünü tasavvur edelim; elbette ki vali fikrini ve kendini müdafaada, muarızından çok geri kalacaktır; ihtimal ki, bu yüzden işini de kaybedecek, hiç değilse fena not alacaktır. Halbuki zavallı, o makama gelebilmek için, en az 20, 25 yıl çalışmış, emek harcamış, yorulmuştur; çoluk – çocuk sahibidir; bir gün açıkta kalır veya emekliye ayrılırsa zarurete düşecektir. Şu halde?… Herkesten kahramanlık bekleyemeyeceğimize göre, muhtemeldir ki, birçokları kendileri için çıkar yolu, Parti müfettişi beylerle hoş geçinmekte, onların arzularını, işin hakiki icabına, hatta kanunlara aykırı olarak, yerine getirmekte bulacaklardır; işte o zaman da demin söylediğim fecaat baş gösterecektir.

Dahası var; Parti müfettişi veya reislerinin icra işlerine karışmaları yüzünden herhangi bir yerde mesuliyeti icap eden bir hal olursa ne yapılacaktır?… Kanunen valiyi sorguya çekmek lâzım değil mi?… Evet ama bunu hangi vicdanla ve nasıl yapabiliriz ki, biçarenin başına parti müfettişini, yahut reisini, bile bile biz musallat etmişizdir. Müfettiş ve reis beylere gelince, onlar müdahale ve tazyiklerini inkâr etmeseler bile pekalâ “Biz bunu bir mütalâa olarak söylemiştik, mesul olan vali bey mütalâamızı kabul etmez, bildiği gibi hareket edebilirdi” diyerek işin içinden çıkabilirler. Bu şu demektir ki, mesuliyet ortada kalmıştır. Söylediklerim yalnız valiler ve Parti müfettiş ve reisleri için değil, bütün Devlet memurları ile partililer arası münasebetler için de varittir.

Olmaz çocuk, böyle şey olamaz; buna meydan vermemek lâzımdır. Sorumlu Devlet memurlarının kanuni salahiyetlerini, mesuliyetlerini de gözden uzak tutmayarak, her zaman tam ve serbest olarak kullanmalarını temin etmeli, icra işlerine kim olursa olsun, sorumsuz adamları karıştırmamalıdır.”

Sözlerinden ve halinden anlaşılıyor ki, bu yüzden mustaripti ve durumu düzeltmek için çareler arıyordu.



Bir, iki gün sonra, Çankaya Köşkünde, yatak odasında Atatürk ile Recep Peker’in, tekrar bu konu üzerinde, bir konuşmalarına şahit oldum. Recep Bey yine Kazım Paşanın müfettişlikten uzaklaştırılması için emir almağa çalışıyordu; elinde bir dosya vardı; Atatürk sordu:

“Elindeki dosya nedir?…” Recep Bey de:

“Kazım Paşaya ait şikayet dosyası Paşam!..” cevabını verdi ve dosya ve dosyayı açıp bir takım kağıtları okumak istedi; Atatürk müdahale etti:

“Dur! Bana yalnız şikayetin esasını söyle, kâfi…”

Peker, kağıtlar arasından bir mektup çıkardı; bu mektup o zaman Edirne mebusu bulunan rahmetli Faik Kaltakkıran’dan geliyordu; onu okumaya başladı.

Mektubun özeti şuydu: Bilmem hangi nahiye müdürü, bir köyün kahvesinde oturuyormuş… Yanındaki masada iki köylü konuşup dertleşiyorlarmış… Bu arada Köy Kanununa göre kendilerinden istenilen hizmet ve paranın ağırlığından bahsetmişler… Nahiye müdürü, köylülerin bu konuşmasını Faik Beye hikaye etmiş; o da Parti Genel Sekreterliğine bildiriyordu.

Atatürk’ün sabrı tükenmişti; ayağa kalktı:

“Aman efendim aman!…” dedi. (*) “Sizin bütün işleriniz böyle esaslara, bu kabil pestenkerani vesikalara mı dayanır; yeter artık Recep!… Kendini üzme; beni de beyhude yere meşgul etme… Sana evvelce de söyledim, aldığın malûmatı, daha başkaları varsa onları da katarak bu vesikayı sorumlu Vekile verirsin; o lüzum görürse, müfettiş gönderir; Kazım Paşanın yaptıklarını teftiş ettirir; icap ederse resmi tahkikat açılır. Çıkacak neticeye göre hakkında kanuni muamele yapılır; bunun başka yolu yoktur. Hadi, şimdi kağıtlarını topla. Bak –beni işaret ederek- çocuk bu akşam Fransa’ya yolcudur, kendisi ile konuşacaklarımız var…”

Peker dosyasını toplayıp odadan çıktıktan sonra, bana döndü; uzun uzun başını salladı; hali gördün mü demek istiyordu.

Paris’e vasıl olduğum günün akşamıydı; Recep Peker’in Parti Genel Sekreterliğinden affedildiğini, Anadolu Ajansının yabancı radyolarda dahi neşredilen şu telgrafından öğrenmiştim:

“Ankara – 15 Haziran 1936. Cumhuriyet Halk Partisi’nin Genel Sekreterini, Atatürk vazifeden affetmiştir. Şimdilik bu vazifeyi Atatürk’ün Vekili olarak İnönü ifa edecektir.”

Seyahatten dönüşümde arkadaşlar, bana hadiseyi şöyle hikaye ettiler: Recep Bey bir akşam sofrada bu meseleyi tekrar açmış; ileri-geri epeyce konuşmuş… Sonunda:

“Ben Parti Genel Sekreteriyim; bir şahsiyetim vardır; aynı zamanda bu hususta söz sahibiyim de…” demiş, Atatürk de:

“Ya öyle mi…? Ama ben de aynı Partinin Genel Başkanıyım, şu halde meseleyi nasıl halledeceğiz…” diye sormuş, bunun üzerine Recep Peker sofrayı terk etmiş, bu suretle de malum neticeyi kendisi hazırlamış imiş…

Üç gün sonra; 18 Haziran 1936 günü, Başvekil ve Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkan Vekili İsmet İnönü, aşağıya aynen aldığım beyannâmeyi yayınlamıştı:

“Cumhuriyet Halk Partisi’nin memleketin siyasi ve içtimai hayatında güttüğü yüksek maksatların tahakkukunu kolaylaştırmak için, bundan sonra, Parti faaliyeti ve Hükümet idaresi arasında, daha sıkı bir yakınlık ve daha amelî bir beraberlik temin edilmesine Genel Başkanlık Kurulunca karar verilmiştir. Bu maksatla:

Dahiliye Vekili Genel Yönetim Kurulu üyeliğine alınmış ve kendisine Partinin Genel Sekreterlik vazifesi verilmiştir.

Bütün vilayetlerde vilayet Parti başkanlığına, vilayetin valisi memur kılınmıştır.

Umumi müfettişler mıntıkaları dahilinde bütün Devlet işlerinin olduğu gibi, Parti faaliyet ve teşkilâtının da yüksek murakıbı ve müfettişidirler.



Demek ki, Atatürk, idare hayatımızda pek tehlikeli gördüğü sakatlığı ortadan kaldırmak için harekete geçmiş, tasavvur ettiği tedbirler üzerinde, Parti Genel Yönetim Kurulu ile de uyuşmuştu.

Bu şekli, çok mahzurlu görenler, bu itibarla, hiç tasvip etmeyenler çoktu; itiraf ederim ki, sebeplerini yakından bildiğim halde kendisi ile görüşünceye kadar ben de onlar arasındaydım.

Seyahatten dönüp de huzuruna çıktığım zaman, bir münasebet getirerek, bu konuda ileri sürülen aksi mütalâaları ve şahsi düşüncelerimi arz ettim:

“Evet!” dedi, “doğrudur; kararımız bir takım başka mahzurlar doğurabilir. Fakat muhakkak ki, bundan önce, mevcut olan en büyük, hatta feci mahsuru; yani kanun karşısında sorumsuz olan adamların Devlet işlerine hakim olması itiyadını ortadan kaldıracağı için getireceği fayda, o mahsurlardan daha büyük olacaktır.

Çocuk! Biliyorsun ki, birçok zaruretler yüzünden şimdi zaten anormal bir durumda bulunuyoruz ve Devletin bünyesinde, arzumuz hilafına, beliren arızayı bertaraf etmek için durmadan fikir ve gayret sarf ediyoruz; elbette bir gün hedefimize varacak, Devlet idaresini en ileri bir şekle ulaştıracağız. O güne kadar zararlarımızı, hangi yoldan, nasıl ve ne miktarda azaltabilirsek o kadar kazanırız; kararımız işte bu cinsten bir tedbirdir.”

(Atatürk’ten Hatıralar, Hasan Rıza Soyak, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul,1973; s. 484-492)
#86 - Eylül 30 2008, 20:00:31
''Cehennem, başkalarıdır. ''

Atatürk’ün, tek partili dönemde sağlıklı muhalefet yapılabilmesi için öngördüğü önlemlerden



Cumhuriyet Halk Fırkası Reisi -bütün olaylara rağmen- Büyük Millet Meclisinde bir denetleme cihazı bulundurmak fikrinden vazgeçmiş değildi; memlekette tekrar “normal bir hayat serbestisi” teminine müsait imkân ve şartlar oluşuncaya kadar, icra kuvvetlerinin kontrolünü, bir dereceye kadar olsun, sağlamak üzere, bazı mebusluk yerlerini açık bırakarak, bağımsızların Meclise girmesini kolaylaştırmayı düşünmüş, bu maksatla, bir takım seçim çevrelerinde, Fırka namzetlerini noksan sayıda tespit ve ilan eylemişti.

Zaten daha evvel 15 Nisan 1931 tarihinde Fırka Umumi Katipliği tarafından yayınlanan bir tebliğde de buna işaret edilmişti.



Atatürk, seçim beyannâmesi ile beraber, ikinci seçmenlere de aşağıdaki beyannâmeyi yayınlamıştı:

“Cumhuriyet Halk Fırkası’na mensup muhterem ikinci seçmen arkadaşlarıma! Cumhuriyet Halk Fırkası namına bazı seçim çevrelerinde eksik aday göstereceğime dair 15.4.1931 tarihli Başkanlık Divanı kararı, malûmunuz olmuştur. Fırkamız namına adaylarımızı, oylarınıza sunduğum bugün, aynı noktaya değinmeyi uygun gördüm; Fırkamızın millete sunduğu esas noktalar dahilindeki mesai ve faaliyetin bizim fikrimize ve görüşümüze katılmayan milletvekilleri tarafından tahlil ve tenkit edilmesini iltizam ediyoruz. Bundan özellikle beklediğimiz fayda, Fırkamızın candan, vatanperverâne gayretlerinin gösterilmesine, yayılmasına fırsat bulmak ve ekseriya tahrif edilen gerçeklerin iyice anlaşılmasını kolaylaştırmaktır. Yaptığını bilen ve hizmet yolunda tedbirlerine inanan mefkûreciler olarak, kendimizi eleştiriye muhatap kılmayı lüzumlu görüyoruz. Bu sebepledir ki, sizden, Fırkama mensup arkadaşlarımdan, bizim programımıza taraftar olmayan adaylara oy vermeniz gibi ağır bir fedakârlık istedim. Bu fedakârlığın memleket için, Fırkamızdan mebus seçmek vazifeniz kadar mühim bir maksada matuf olduğuna emin olunuz. Başka programdan seçeceğiniz mebuslar için Fırkamın ikinci seçmenlerine dikkat noktası olarak, gösterdiğim nitelik; yalnız laik, Cumhuriyetçi, milliyetçi ve samimi olmaktır. Açık bıraktığım yerler için hiçbir şahsiyet lehinde veya aleyhinde herhangi bir telkinim yoktur ve olmayacaktır; açık yerlere adaylıklarını koyacaklar hakkında, vicdani kanaatinize göre oy vermek özellikle rica ettiğim husustur.

(Atatürk’ten Hatıralar, Hasan Rıza Soyak, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul,1973, C.II, s. 470-471)
#87 - Eylül 30 2008, 20:02:01
''Cehennem, başkalarıdır. ''

Atatürk’ün anılarından


“Aynı akşam söz diktatörlüğe geçti ve Atatürk bize şöyle bir hatıra nakletti:

-İstanbul’da bir baloda idim. Sarı saçlı bir delikanlı gelip karşıma dikildi. Adı Ekrem yahut Kenan olacak… Bir balo için aşırı sayılacak laubaliliklerle etrafındakilerin dikkatini çekmiş olacak, bir aralık ortadan uzaklaştırdıklarını hissettim. Halbuki onunla konuşmak da istiyordum. Nihayet döndü dolaştı bir fırsatını buldu gene karşıma çıktı. Bana düpedüz: “size diktatör diyorlar, doğru mu?” dedi. Ona şu cevabı verdim:

“Ben diktatör olsaydım sen bana bunu soramazdın. Bir takım inkılap zaruretiyle bir takım yenilikleri kabul ettirmeye çalışan adam diktatör değildir! Diktatör, hoşgörüsü olmayan adamdır. Karşısında her fikir söylenemeyen adamdır. Diktatör, kendi düşüncelerine aykırı fikir söyleyenlere kin güden adamdır. Bunun haricinde diktatörlük, tehlike, inkılap, fevkalade zamanlarda lâzım bir demokrasi müessesesidir. Demokrasi tarihinde böyle muvakkat böyle muvakkat diktatörlüklere rastlanır. Benim, on beş senedir, bazı fikirleri bu memleket hayrına kabul ettirmek için sarf ettiğim gayretlerde hiç bir şahsi endişe yoktur. Benim, belki demokrasinin anladığı manada diktatörlüğe benzer hareketlerim görülmüştür. Fakat, Tiran asla olmadım.”

Bu vesile ile Atatürk’ün çok önemli bir hatırasını da nakletmek isterim. Rusya’dan kendisine mensup bir genç:

-Rusya’da bir takım inkılap hareketlerini yürütmek için terör olduğu bir hakikattir. Fakat doğrusu buna hak verdirecek sebepler de var. Eğer terör olmasa birçok inkılaplar bu süratle yürüyemez, demişti.

Atatürk, karşısında söylenen fikirler ne kadar kendi düşüncesine aykırı olursa olsun dinlemeyi severdi. Ancak, ana prensiplere ve esas davalara aykırı sözlere asla müsaade etmezdi. Bu sefer de aynı müsamahasızlığı gösterdi. Muhatabının sözünü kesti:

-Terör öyle bir maniveladır ki, bir defa insan onun kulpuna elini kaptırdı mı, bir daha bırakamaz. İlk hareketleri kendi tanzim edebilir. Fakat, ondan sonra kendi bildiği gibi dönecek olan makinenin kolu kopuncaya kadar esiri olur.

(Atatürk’ün Bilinmeyen Hatıraları, Münir Hayri Egeli, İstanbul, 1954, s. 39-40)
#88 - Eylül 30 2008, 20:02:44
''Cehennem, başkalarıdır. ''

Hasan Rıza Soyak’ın anılarında, Atatürk’ün hak ve eşitlik, görev anlayışı ile ilgi olarak naklettiği sözlerden (bu olayın tarihi konusunda bir açıklama yapılmamıştır)



“İzmir’deki mektepleri ziyareti esnasında Atatürk, Kız Muallim Mektebi’ne de uğramıştı; sınıflara girip, öğrenciler arasında bazı dersleri takip ettikten sonra, mektep müdürünün odasında, öğretmenlerle samimi bir hasbıhalde bulundular; konuşulan çeşitli mevzulardan biri, kadınlarımızın, tam manasiyle, bütün vatandaşlık hak ve vazifelerine sahip olmaları meselesi idi. Bu konu üzerindeki uzunca münakaşalarda; rey vermenin, vatandaş için hem hak, hem de bir vazife olduğu söylendi; erkekle kadın arasındaki ferdî ve siyasi hukuk bakımından bir fark olmadığı gibi vatanî vazifeler bakımından da fark olmaması lâzım geldiği belirtildi.

Buna göre, kadınlarımızın da bir şeref hakkı ve bir vatan borcu olan askerlik vazifesini icabında fiilen yapmasının tabii olduğu, demokrasinin esas noktalarından biri olan eşitliğin ancak bu suretle tahakkuk edebileceği mütalâası ileri sürüldü; kadının uzvi teşekkülâtı, seciyesi, ruh haletleri üzerinde de durulup, “Türk köylü kadınının en ağır işlerde erkekle olan işbirliği ve bu yolda gösterdiği yüksek kabiliyet ve muvaffakiyet ile tarih içinde, hatta son İstiklâl mücadelemizde fedakâr Türk kadınının başardığı büyük işler, kadınlarımızın doğrudan doğruya muharebe meydanlarında da hizmet edebileceklerinin çok açık delilleridir,” denildi.

Neticede Büyük İnkılâpçı; münakaşanın esas noktalarını kısaca tekrar ederek:

“Bugün için Türk kadınının askerlik yapması bahis mevzu olmasa bile, bütün kızlarımızın vatan ve millet yüksek menfaatlerini her suret ve vasıta ile müdafaa ve muhafaza edebilecek kabiliyette yetiştirilmelerini milli terbiyede esas olması, kız çocuklarımızın buna göre bedeni, fikri ve hissi terbiyeye tâbi tutulması lâzım geldiğini” izah buyurdu ve şu cümlelerle konuşmasına son verdi:

“Türk kadınının esasen bu cevherde olduğuna şüphe yoktur; onun içindir ki, Türk kadınları memleketin mukadderatını millet namına idare eden siyasi zümreye girmek arzusunu gösteriyorlar; memleketin ve milletin vatandaşlara yüklediği vazifelerin hiç birinden, kendilerinin uzak bırakılabileceğini de düşünmüyorlar; çünkü vazife karşılığı olmayan hak mevcut değildir.”

Bilindiği gibi bir müddet sonra kadınlarımıza siyasi alanda da erkekle eşit haklar tanınmış ve mebus seçilen kadınlarımız Büyük Millet Meclisi’nde yerlerini almışlardır.”

(Atatürk’ten Hatıralar, Hasan Rıza Soyak, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul,1973; C. II, s. 460-461)
#89 - Eylül 30 2008, 20:03:21
''Cehennem, başkalarıdır. ''

1935 yılında, Atatürk’e karşı, Urfa Milletvekili Ali Saip Ursavaş ve diğer bazı kişiler tarafından yapıldığı iddia edilen suikast girişimi davası sırasında Atatürk’ün tutumu



…Şahitler de dinlendikten ve sanıklarla, avukatlar son savunmalarını yaptıktan sonra mahkeme Heyeti kararını hazırlamak için saat on altıyı çeyrek geçe müzakereye çekilmişti.

İkinci oturum saat yirmi biri çeyrek geçe yani tam beş saat sonra yapılarak karar okunmuştu.

Başkan Osman Talat İltekin: “Davanın gerek mahkeme, gerek kamuoyunu uzun zamandan beri haklı olarak ve şiddetle ilgilendirdiğini, mahkemenin inceden inceye araştırmalar yaptığını” kaydederek: “Kararın şimdilik özet olarak bildirileceğini, ayrıntılı gerekçelerin ayrıca hazırlanacağını” söylemiş, ondan sonra bütün sanıkların beraatini bildiren karar okunmuştu.

Mahkeme, kendisini bu karara sevk eden etkenleri şöyle özetliyordu.

İkrar, maddi delillerle belgelenmedikçe bir kanaat veremez.

Halbuki bu olayda sanıkların ikrarları madde delillerle belgelenmemiştir.

Sanıklar zorunlu haller altında itiraflarda bulunduklarını söylemişlerdir ve bunun aksi kanıtlanamamıştır.

Bundan başka mantıki seyir de sanıkların itiraflarının doğru olmadığını göstermiştir…

İfadeler arasındaki birbirini tutmazlık, mahkemede vicdani bir kanat oluşmasını sağlamamıştır…

Atatürk mahkemenin geçirdiği değişik safhalar ile hemen hemen hiç ilgilenmemiş, mahkemenin verdiği kararı da gayet doğal karşılamıştı; O, adalet cihazının hiçbir olay karşısında, nereden gelirse gelsin, maddi ve manevi hiçbir etkiye kapılmayarak, tam bir özgürlük içinde, işlemesine çok önem veren bir liderdi. Bu nedenle bütün milletçe derin bir heyecan ve ilgi ile izlenmekte bulunan bu kadar önemli ve nazik bir davada şahsına, ülke çıkarlarına ve rejime bağlılık konusunda hiç kimseden geri olmadıkları şüphesiz bulunan Mahkeme Heyetinin kararlarını, şahsi duygularına göre değil, vicdani kanaatleri altında yasa hükümlerine uygun olarak vermiş olmalarından memnunluk duymuştu.



Yalnız şu var ki; meselenin meydana çıktığı andan beri Atatürk’ün kafasında çeşitli sorular halinde durmadan genişleyen bir tereddüt gölgesi belirmiş bulunuyordu: Sanıklardan bazıları, ilk ifadelerinde “suikast” teşebbüsünden bahsettikleri sırada, teşebbüsün elebaşısı olarak, Ali Saip Ursavaş’ı ileri sürmüşlerdi; gerçi bu sanıklar sonradan çeşitli yerlerde, resmi ve adli makamlar huzurunda hatta kısmen yazılı olarak, tekrar ettikleri bu ifadelerini dayanamadıkları işkence ve baskılar altında verdiklerini iddia etmişlerdi ve mahkeme de yeterli delillere dayanmadığı için bu itirafları yasal olarak değer vermeye layık ve sahipleri aleyhinde hüküm vermeğe yeter görmemişti… Fakat denildiği gibi, baskı altında yapılmış yalanlar da olsa, bu ifadeler verilmişti ve suikast düşüncesinin baş düzenleyicisi olarak Ali Saip Ursavaş’tan bahsedilmişti… Acaba bu yolda konuşanlar, durup dururken, neden ve ne gibi bir ilişkiyle Ursavaş’ı hatırlamışlar ve baş düzenleyici olarak onun adını ortaya atmışlardı?.. Meselâ ilk defa bu tarzda konuşmuş olan Yahya, kendisini nereden tanıyordu, onunla eskiden bir ilişkisi olmuş muydu ve aralarında şöyle, ya böyle bir olay geçmiş miydi?

Hadi diyelim ki, bazıları tarafından iddia edildiği gibi, Yahya’ya ve diğerlerine bunu zor ve şiddetli baskı ile zabıta ve emniyet memurları söyletmişlerdi; ama ayrı ayrı yerlerde görev yapan bu memurlar nasıl ve nerede görüşüp böyle bir karar ve sözbirliğine varmışlardı ve bununla şahısları için ne gibi bir çıkar sağlamak istiyorlardı? Yoksa onlara böyle bir emir mi verilmişti; eğer öyle ise bu emri kim veya kimler vermişti ve bunların hedef ve amaçları ne idi?

Diğer taraftan zabıta ve emniyet memurlarının toptan, Ali Saip’in şu veya bu sebepten dolayı düşmanları olduğu ve kendisinden intikam almak için fırsat bekledikleri söylenen şahıs ve grupların etkisi altında kalmalarına da mantıken imkân yoktu… Şu halde gerçek durum ne idi? Bu yön, yargılama sırasında gereği gibi aydınlanmış değildi; halbuki Atatürk’ün çok eskiden tanıyıp o zamana kadar aralıksız güvendiği Ali Saip’e karşı ileride alacağı tavrı belirlemesi için özellikle bu noktanın aydınlanması gerekiyordu…

İşte bu gereklilik üzerine, düğümü bizzat çözmek kararını vermişti; o günlerde İstanbul’da Dolmabahçe Sarayında bulunuyorduk. Başta “sanıkların ilk ifadelerini değiştirmiş olmalarının nedeni ne olabilir?” şeklindeki soru olmak üzere uzunca bir soru listesi hazırlattı ve Hükümete gönderdi…

Öğrendiğime göre bu listeyi, o zamanki İçişleri Bakanı Şükrü Kaya’ya vekalet etmekte bulunan İktisat Bakanı Celal Bayar, Emniyet Genel Müdürü Şükrü Sökmensüer ile savcı Baha Arıkan’a vermiş, cevap hazırlamalarını istemiştir, bu iki zat listeyi inceledikten sonra, çok çeşitli olan sorulara uzaktan, yazı ile cevap vermenin, pek güç olacağına hükmetmişler, soruşturma evrakını yanlarına alıp Atatürk’e sözlü olarak açıklamada bulunmak üzere İstanbul’a gelmişlerdi…

Aynı günün sabahı (20 Şubat 1936) Başbakan İsmet İnönü de, yanında Adalet Bakanı Şükrü Saraçoğlu olduğu halde trenle İstanbul’a geldiler; kendilerini Haydarpaşa’da karşıladık; motorla Dolmabahçe rıhtımına gelince Atatürk’ün henüz uykuda bulunduğunu öğrendik… İnönü bana: “Hadi seninle şehir içinde bir gezinti yapalım” dedi. Rıhtımda bulunan otomobiline bindik; ilkin Şişli’ye, oradan da Fatih’e gidip geldik…

İnönü’nün yolda ilk sözü:

“Atatürk mahkeme kararından müteessir oldu mu?” sorusu oldu…

“Hayır katiyen,” dedim, “Onun hakimlerin bağımsız ve kararlarında tam serbestiye sahip olmaları ilkesi üzerinde ne kadar hassas ve titiz olduğunu bilirsiniz; bu itibarla tam aksine memnunluk duyduğuna şahit oldum.”

“Öyle ise sorularının nedeni ve anlamı nedir?”

kendilerine yukarıdaki düşünceleri anlattıktan sonra:

“Maksadı bundan böyle şahsen Ali Saip’e karşı alacağı tavrı belirleyebilmektir,” cevabını verdim.

Konuşmamız burada bitmiş, kendisi misafir olacağı Pera Palas Oteline gitmişti…

O akşam sofrada Başbakan İsmet İnönü ile beraber Adliye Bakanı Şükrü Saraçoğlu ve Dışişleri Bakanı Dr. Tevfik Rüştü Aras, daha bazı misafirler ve Şükrü Sökmensüer ile Baha Arıkan da vardı, emirleri üzerine sofranın bir köşesine, ben de ilişmiş bulunuyordum.

Bir müddet öteden beriden konuşulduktan sonra söz günün meselesine geldi ve Atatürk’ün işareti üzerine Şükrü Sökmensüer evrakı sırasıyla okumaya başladı…

Evrak arasında Ali Saip’in ortağına ve ailesine İstanbul’da çekip emniyet makamlarınca anlamlı görülmüş olan bazı telgraflardan bahsediliyordu… Atatürk bunların asıllarını okumak istediğini söyledi ve bulunmasını bana emretti…

Sofradan ayrıldım; Posta ve Telgraf Genel Müdürlüğünün de bağlı bulunduğu Ulaştırma Bakanlığını o zaman rahmetli Ali Çetinkaya işgal ediyordu; telefonla kendisini bulum; durumu açıklayarak arşivlerden, tarihlerini bildirdiğim telgrafların asıllarını çıkartıp telefonla bana yazdırmaları için gerekenlere emir vermesini rica ettim.

İşi takip etmek için büromda kalmıştım, bir-iki saat sonra ilgili memurlar istenilen telgrafları bulmuşlar birer birer yazdırmaya başlamışlardı. Her yazılanı derhal sofraya götürüyor, tekrar büroma dönüyordum. Bu sebeple toplantıdaki bütün konuşmaları, aralıksız, izlemek imkânını bulamamıştım…

Tahkikat evrakını okuma ve inceleme sabaha kadar sürmüştü, neticede Atatürk’ün edindiği izlenim şu olmuştu: İngiliz Elçisinin, İçişleri Bakanı Şükrü Kaya’ya verdiği nota ve Amman Emniyet müdürünün vaki olan ifadelerine göre bir suikast planlandığı muhakkaktır. Ama Ali Saip bu suikast girişiminden haberdar değildi. Fakat anlaşılmıştır ki o, bütün Güney çevresinde, yaygın bir halde söylendiği gibi, öteden beri kaçakçılık işleri ile yakından ilgilidir. Bu münasebetle çoğu kaçakçı olan sanıklarla sürekli temas halinde bulunmuş , çiftliğini onlara sığınma yeri yapmıştır… Suikast düzenleyen Çerkez Ethem ve arkadaşları da bunu bilmektedirler ve suikast için teşvik ettikleri Yahya ile arkadaşlarını cesaretlendirmek maksadıyla onlara Ali Saip’in de işin içinde bulunduğunu ve kendisinin “adamı ipten alıp, ipe götürecek kadar” kuvvet ve nüfuz sahibi olduğunu söylemişlerdir.

Bu kanıya vardıktan sonra, tabidir ki Atatürk, artık Ali Saip ile eski ilişkisini sürdüremezdi; nitekim onun tahliyesinden sonra derhal İstanbul’a gelip kabulü için benim aracılığımla yaptığı bütün ricalarına iltifat etmemiş, bir daha kendisiyle görüşmemiştir.

(Atatürk’ten Hatıralar, Hasan Rıza Soyak, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul,1973; s. 377-400)
#90 - Eylül 30 2008, 20:04:28
''Cehennem, başkalarıdır. ''

1935 yılında, Amerikalı gazeteci Gladia Baker ile görüşmesinde dış politika ve dünya barışı ile ilgili sözleri



“Atatürk’le Dolmabahçe Sarayında, gazeteci Miss Gladya Baker de, Büyük Adam’ın bu görüşmede o zamanki dünya durumuna ve barışı korumak için alınması gereken tedbirlere dair söylediklerini şöyle anlatmaktadır:“Yakın bir gelecekte savaş ihtimali görüyor musunuz?…” sorusu üzerine:

“Asker, inkılâpçı Mustafa Kemal, Dolmabahçe Sarayındaki yemek masasından dürüst mavi gözlerini kaldırdı; bakışları yüksek pencerelerden karanlık ve asude Boğaziçi’ni geçerek Anadolu yakasının yanıp sönen ışıklarına gitti; ağır ve ciddi bir sesle “Yakın gelecekten bahsetmemeliyiz!” dedi, “Savaş tehlikesi bulunduğumuz zamanda vardır.” Avrupa’daki durumun birkaç ay öncekine göre daha gergin olup olmadığını sorunca da, “Daha fenadır, daha çok fenadır” dedi. “Savaşın ciddiyetini dikkate almayan bazı gayri samimi önderler, saldırının vasıtaları (agent) olmuşlardı. Kontrolleri altındaki milletleri; milliyetçilik ve geleneği yanlış bir şekilde gösterip kötüye kullanarak aldatmışlardır. Bu bunalımlı saatlerde, karışıklığa engel olmak için kitlelerin kendileri karar vermeleri, sorumluluk mevkiini, yüksek karakterli, yüksek moralli, vicdanlı insanların eline tevdi etmeleri zamanı gelmiştir; bu gecikmeden yapılmalıdır.”

Bundan sonra Çanakkale’nin ve Türk İstiklâl Savaşının Asker Kahramanı, Realist Atatürk dedi ki: “Eğer harp bir bomba infilâkı gibi, birdenbire çıkarsa, milletler savaşa engel olmak için silâhlı dirençlerini ve mali güçlerini, saldırgana karşı birleştirmekte tereddüt etmemelidir. En seri ve en etkili önlem; muhtemel bir saldırgana, saldırının yanına kâr kalmayacağını açıkça anlatacak, milletlerarası örgütün kurulmasıdır.”

“Atatürk bölge anlaşmalarının nihai değerinin, bütün milletleri içine alacak genel bir anlaşmanın imzalanmasında olduğuna inanmıştı. “Bununla beraber,” dedi, “hali hazırda en acil ihtiyaç, komşu ülkelerin, birbirlerinin özel ihtiyaçlarını ve sorunlarını görüşmeleridir; bundan başka bölge anlaşmaları, barışın korunması için değerlerini şimdiden kanıtlamışlardır.”

“Savaş çıktığı takdirde Amerika tarafsızlık siyasetini koruyabilir mi?” dedim. “İmkânı yok,” dedi, “imkânı yok! Eğer savaş çıkarsa, Amerika’nın milletler topluluğunda işgal ettiği yüksek mevki herhalde etkili olacaktır. Coğrafi durumları ne olursa olsun milletler birbirlerine birçok bağlarla bağlıdırlar.

Atatürk, dünyadaki milletleri, bir apartmanın sakinleri gibi düşünüyor; Birleşik Amerika Cumhuriyetleri bu apartmanın en lüks dairelerinde oturmaktadır. Eğer apartman, oturanlardan bazıları tarafından ateşe verilirse, diğerlerinin yangının etkisinden kurtulmasına imkân yoktur. savaş için de böyledir; Birleşik Amerika Cumhuriyetinin uzak kalması mümkün değildir.

Atatürk şu sözleri ilâve etti: “Bundan başka Amerika büyük, kuvvetli ve dünyanın her yerinde ilgisi olan bir Devlet olduğundan, kendisinin politika ve ekonomi yönden ikinci derecede bir mevkie düşmesine asla izin veremez.”

“Fikrinizce Amerika Adalet Divanına katılmalı mıydı?” sorusunu sordum. Dedi ki: “Adalet Divanına katılmakla Birleşik Amerika Cumhuriyetleri şüphesiz genel barışın sürmesine yardım etmiş olacaktı; nüfuz ve insanı idealleri o kadar büyük olan bir milletin, milletlerarası anlaşmazlıkların arabuluculukla çözülmesinde aktif bir yer almayı reddetmesi doğru değildir.”

“Öyle ise,“ dedim, “Milletler Cemiyetinin barışın korunması için etkili bir araç olduğunu zannediyor musunuz?” “Milletler Cemiyeti, henüz kesin ve etkili bir araç olduğunu kanıtlayamamıştır; diğer yandan Milletler cemiyeti bugün, bütün milletlerin, ortak amacın gerçekleşmesi için çalışabilecekleri tek örgüttür,” cevabını verdi ve devam etti: “Şuna da inanıyorum ki, eğer sürekli barış isteniyorsa, kitlelerin durumunu iyileştirecek milletlerarası önlemler alınmalıdır. Bütün insanlığın refahı; açlık ve baskının yerine geçmelidir; dünya vatandaşları, kıskançlık, açgözlülük ve kinden uzaklaşacak şekilde eğitilmelidir.”

Atatürk bu sözlerini, hassas elleriyle ekseriya yaptığı kuvvetli jestlerle güçlendirmişti.

“Türkiye neden Boğazları tahkim etmek istiyor?” sorusunu sordum. “Türkiye’nin Boğazları açık bırakmaya razı olduğu Lozan Anlaşmasından beri dünyanın durumu ve bazı koşullar değişmiştir. Boğazlar, Türkiye topraklarını ikiye ayırır; bundan dolayı bu deniz geçidinin tahkimi, Türkiye’nin güvenlik ve savunması için çok önemlidir. O, aynı zamanda milletlerarası ilişkilerin can alıcı bir unsurudur. Anahtar durumunda olan böyle önemli bir yer, herhangi maceracı bir saldırganın keyfine ve merhametine bırakılamaz; Türkiye muhtemel barış bozucularının, birbirleriyle savaşmak için Boğazlardan geçmesine engel olmaya mecburdur” dedi ve kusursuz smokinin altında geniş omuzları doğruldu: “Türkiye buna asla izin vermeyecektir!…” sözlerini ilâve etti.”

Soyak, burada, Atatürk’ün bu düşünceleri ile 26 Haziran 1945 tarihli Birleşmiş Milletler Anlaşması arasındaki paralelliğe dikkat çekiyor:

“Bir insan ömrü içinde iki kere insanlığa tarif olunmaz acılar yükleyen savaş belâsından geleceğin nesillerini korumaya….

İnsanın ana haklarına, bireyin onur ve değerine, erkek ve kadınlar için olduğu gibi büyük ve küçük milletler için de hak eşitliğine olan inancımızı yeniden ilân etmeye…

Adaletin korunması ve anlaşmalarla devletlerarası hukukun diğer kaynaklarından doğan yükümlülüklere saygı gösterilmesi için gerekli şartları yaratmaya….

Sosyal ilerlemeyi kolaylaştırmaya ve daha büyük bir özgürlük içinde daha iyi yaşama şartları oluşturmaya…

Bu amaçla: hoşgörü ile hareket etmeye, iyi komşuluk anlayışı içinde birbirimizle barışık yaşamaya…

Milletlerarası barış ve güvenliğin korunması için güçlerimizi birleştirmeye…

Ortak çıkarların gerekleri dışında silâh kullanılmamasını sağlayan ilkeleri kabule ve usulleri kurmaya….

Bütün ulusların ekonomik ve sosyal ilerlemesini kolaylaştırmak için uluslararası kurumlara başvurmaya…

Azmetmiş olan biz Birleşmiş Milletler Halkı, bu amaçları gerçekleştirmek için gayretlerimizi beraberce sarf etmeye karar verdik.”

(Atatürk’ten Hatıralar, Hasan Rıza Soyak, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul,1973; s. 513-515)
#91 - Eylül 30 2008, 20:08:32
''Cehennem, başkalarıdır. ''

Dünya barışı ve dış politika konusunda 1937 yılında belirttiği görüşler



“1937 senesinde Ankara’yı ziyaret eden Romanya’nın Dış İşleri Bakanı Antonesco ile Ankara Palas’ta yaptığını yazdığımız hasbıhalde Atatürk, Cihan siyasetine de temas etmiş ve bu husustaki düşüncelerini şöyle izah etmişti:

“Bugün bütün dünya milletleri aşağı – yukarı akraba olmuşlardır ve olmakla meşguldürler. Bu itibarla insan, mensup olduğu milletin varlığını ve saadetini düşündüğü kadar bütün Cihan milletlerinin huzur ve refahını düşünmeli, kendi milletinin saadetine ne kadar kıymet veriyorsa, bütün dünya milletlerinin saadetine hizmet etmeye de, elinden geldiği kadar çalışmalıdır. Bütün akıllı adamlar takdir ederler ki, bu vadide çalışmakla hiçbir şey kaybedilmez. Çünkü dünya milletlerinin mutluluğuna çalışmak, diğer bir yoldan kendi huzur ve mutluluğunu sağlamaya çalışmak demektir. Dünyada ve dünya milletleri arasında sükûn, dürüstlük ve iyi geçim olmazsa bir millet, kendisi için, ne yaparsa yapsın huzurdan mahrumdur.

Onun için ben sevdiklerime şunu tavsiye ederim: Milletleri sevk ve idare eden adamlar; tabii ilkin, kendi milletinin varlık ve mutluluğunu isterler, fakat aynı zamanda bütün milletler için aynı şeyi istemelidirler.

Bütün dünya olayları, bize, bu lüzumu açıktan açığa ispat eder; en uzakta zannettiğimiz bir olayın bize bir gün temas etmeyeceğini bilemeyiz. Bunun için insanlığın hepsini bir vücut ve her milleti bunun bir organı saymak icap eder; bir vücudun parmağının ucundaki acıdan, diğer bütün organlar etkilenir; “dünyanın filân yerinde bir rahatsızlık var ise bundan bana ne?” dememeliyiz; böyle bir rahatsızlık varsa tıpkı kendi aramızda olmuş gibi onunla meşgul olmalıyız. Bu olay, ne kadar uzak olursa olsun, bu esastan şaşmamak lâzımdır. İşte bu düşünüş insanları, milletleri ve hükümetleri bencillikten kurtarır; bencillik şahsi olsun, milli olsun daima fena telâkki edilmelidir.

O halde konuştuklarımızdan şu neticeyi çıkaracağım: Tabii olarak kendimiz için bütün gereken şeyleri düşüneceğiz ve icabını yapacağız; fakat bundan sonra bütün dünya ile alâkadar olacağız. Bir devlet ve milleti idare vaziyetinde bulunanların daima göz önünde tutmaları lâzım gelen mesele budur.”

(Atatürk’ten Hatıralar, Hasan Rıza Soyak, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul,1973; s. 512)
#92 - Eylül 30 2008, 20:11:05
''Cehennem, başkalarıdır. ''

Bibliyografya


    * A. Afetinan, Prof. Dr. M. Kemal Atatürk’ten Yazdıklarım, Ankara, 1969
    * A. Afetinan, Prof. Dr. Medeni Bilgiler ve Atatürk’ün El Yazıları, Ankara 1969
    * Ahmet Mumcu, Prof. Dr., Adliye Hukuk Mektebinden Ankara Hukuk Fakültesine, Ankara, 1977
    * Ali Birinci, Doç. Dr., Yeni Türkiye Dergisi, Cumhuriyet Özel Sayısı I, 1998
    * Arı İnan, Düşünceleriyle Atatürk, TTK Yayınları, Ankara, 1991
    * Arı İnan, Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün 1923 Eskişehir-İzmit Konuşmaları, Ankara, 1996
    * Atatürk ve Hukuk, (Sempozyum Bildirileri ve Makaleler) Anayasa Mahkemesi Yayınları, Ankara 1982
    * Atatürk, Söylev, Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara, 1978
    * Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri I-III, AAM yayını, Ankara, 1989
    * Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü Yayınları, İstanbul, 1945
    * Atatürk’ün Tamim Telgraf ve Beyannâmeleri, Ankara 1991
    * Atatürkçülük,Genel Kurmay Basımevi, Ankara, 1983
    * Behçet Kemal Çağlar; Bugünün Diliyle Atatürk’ün Söylevleri, TDK yayını, Ankara, 1968
    * Belgelerle Türk Tarihi Dergisi
    * Belleten, C. XLV/2, Nisan 1981, Sayı: 178’den Ayrı Basım, Ankara, 1981
    * Berthe B. Gaulis, Çankaya Akşamları, Çev: Füruzan Tekil, İstanbul, 1983
    * Cevat Dursunoğlu, Milli Mücadelede Erzurum, Ankara 1946
    * Cumhuriyet Gazetesi, 26 Eylül 1930
    * Faruk Erem, Prof. Dr., 50. Yıl ve Mahmut Esat Bozkurt, Ankara, 1973;
    * Gazi Mustafa Kemal Atatürk, Söylev, C.III, Basıma Hazırlayan: Ord. Prof. Dr. H. Veldet Velidedeoğlu, İstanbul 1994
    * Hamza Eroğlu, Prof. Dr., Atatürk ve Cumhuriyet, AAM Yayınları, Ankara, 1989
    * Hasan Rıza Soyak, Atatürk’ten Hatıralar, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul,1973
    * http://www.tbmm.gov.tr/tarihce/index.htm )
    * Kâzım Karabekir; İstiklâl Harbimiz, İstanbul, 1988
    * Kemal Atatürk, Nutuk 1919-1927; AAM Yayını; Bugünkü Dille Yayına Hazırlayan: Prof. Dr. Zeynep Korkmaz, Ankara 1995
    * Kılıç Ali, Atatürk’ün Hususiyetleri, İstanbul 1955
    * M. Tayyip Gökdoğan, Prof. Dr., Milli Mücadele Başlarken
    * Mazhar Müfit Kansu, Erzurum’dan Ölümüne Kadar Atatürk’le Beraber; Ankara 1966
    * Millet Meclisi Tutanak Dergisi
    * Milli Eğitimle İlgili Söylev ve Demeçler, Ankara, 1946
    * Milliyet gazetesi, 27 Teşrinisani 1929
    * Münir Hayri Egeli, Atatürk’ün Bilinmeyen Hatıraları, İstanbul, 1954
    * Perihan Naci Eldeniz, Belleten, T.T.K. C. XX, Sayı : 80, 1956
    * Sadi Borak, Atatürk’ün Resmi Yayınlara Girmemiş Söylev, Demeç, Yazışma ve Söyleşileri, İstanbul 1997
    * Sadi Borak-Dr. Utkan Kocatürk; Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, C. V, Ankara, 1972
    * Tarık Ziya Işıtman, Mahmut Esat Bozkurt Hayati-Şahsiyeti-Eserleri, İzmir 1944
    * TBMM Gizli Celse Zabıtları, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara, 1985
    * Utkan Kocatürk, Prof. Dr.; Atatürk’ün Fikir ve Düşünceleri, 1984, İstanbul
    * Vakit Gazetesi, 27 Şubat 1924
    * Yeni Gün Gazetesi, 10 Şubat 1931 Salı;
    * Yunus Nadi, Kurtuluş Savaşı Anıları; İstanbul, 1978


Kısaltmalar,



    * TDK : Türk Dil Kurumu
    * TBMM : Türkiye Büyük Millet Meclisi
    * C : Cilt
    * s. : Sayfa
    * S. : Sayı
    * D : Dönem, Devre
    * TTK : Türk Tarih Kurumu
    * AAM : Atatürk Araştırma Merkezi
    * AAMD: Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi
    * Çev: : Çeviren



DERLEYENLER:

    * Ender TİFTİKÇİ
    * Mehmet TİFTİKÇİ





Konu başka bir siteden alıntıdır.
#93 - Eylül 30 2008, 20:13:41
''Cehennem, başkalarıdır. ''

Üye:

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.