Alternatifim Cafe

Medine Dönemi

Discussion started on İslam Tarihi

MEDİNE DÖNEMİ

İnsanlığın, cehaletin, şirkin ve putperestliğin karanlığından ilâhi gerçeklerin aydınlığına kavuşup, ebedî kurtuluşa erebilmesi için gönderilen son din olan İslâm'ın örnek bir topluluk tarafından nasıl yaşanacağının ortaya konduğu ve insanı insana köle olmaktan kurtaran, bunu bütün insanlığı kucaklayacak şekilde hakim kılmanın bir vasıtası olan İslâm'ın devlet sisteminin kurulduğu Medine'ye hicretle başlayıp, Resulullah (s.a.s)'in ölümüne dek süren on senelik tebliğ ve cihat dönemi.

İslâm, Resulullah (s.a.s)'in yirmi üç yıllık bir tevhid mücadelesi sonucunda tamamlanmış, kemale ermiştir. Bu tebliğin, ilk ayetin vahyoluşundan Resulullah'ın Medine'ye hicretine kadar olan on üç senelik bölümü Mekke Dönemi* olarak adlandırılır. Mekke Dönemi, müslümanların takibata uğradığı, her türlü eziyet ve işkencenin onlara acımasızca reva görüldüğü bir dönemdir. Allah Teâlâ, mustaz'aflardan oluşan bu ilk inananlar topluluğunu insan tahammülünün ötesinde zorluklarla imtihan ediyor, kurulacak İslâm devletinin sarsılmaz temel taşları olmaları için ruhî bir hazırlık safhasından geçiriyordu. Bu insanlar aynı zamanda kıyamete kadar gelecek müslüman nesillere, tağutların yıldırma ve her türlü işkencelerine karşı nasıl tahammül etmeleri gerektiğinin örneklerini veriyorlardı.

Mekkeli müşrikler, inananları susturmak için bütün yolları denemiş, ancak uyguladıkları zalimce yöntemler neticesinde, iman edenlerin dinlerinden vazgeçeceklerini umdukları halde, onların imanlarında daha da sağlamlaştıklarını ve kendilerine karşı koymada dirençlerinden hiç bir şey kaybetmediklerini görmüşlerdi. Bu, onların tamamen sertleşmelerine ve müslümanların Mekke'de yaşamalarını imkânsız kılacak kararlar almalarına sebep olmuştu.

Bir zaman sonra boykot edilen ve görüldükleri her yerde saldırıya uğrayan müslümanlar için Mekke'de barınma imkânları tamamen ortadan kalkmıştı. Bu insanlar, sırf rabbimiz Allah'tır dedikleri ve onların taptıkları saçma ilâhlarına tapınmayı reddettikleri için bütün bu zulümlere muhatap oluyorlardı. Peygambere tabi olan ve müslümanca yaşamak için her şeyini feda etmeye hazır bu insanlar imanlarından dolayı zulüm görmeyeceklerini bildikleri Habeşistan gibi uzak ve yabancı bir diyara hicret etmek zorunda kalmışlardı. Ancak bu hicret Mekke'de dayanılmaz baskılardan bunalan Müslümanların bir an olsun rahatlayabilmeleri için, geçici bir çözüm olarak düşünülmüştür.

Bu arada kendisine iman etmediği halde Resulullah (s.a.s)'i müşrik zorbaların bütün saldırılarına karşı korumayı, her türlü zorlama ve tehditlere rağmen sürdüren amcası Ebu Talib vefat edince onun yerine Haşimoğullarının başına İslâm'a karşı en acımasız kimselerden biri olan Ebu Leheb geçmişti. Artık Resulullah için Mekke yaşanmaz bir hale gelmişti. O, Mekke'de ilâhî merhamete karşı, kalpleri mühürlenmiş müşriklerin her gün değişik türde saldırılarına maruz kalıyordu. Bunun üzerine o, kendisinin tebliğine kulak verebilecek başka topluluklara yönelmek zaruretini hissetmişti. Bunun için ilk önce Taif'e gitmiş, ancak orada kimseye birşey dinletemediği gibi, taşa tutulmuştu. O, Mekke'den ayrıldığı zaman Ebu Leheb onu "toplum dışı" ilân ederek tekrar Mekke'ye dönmesini de engellemek istemişti. Bu durumda birilerinin ona eman hakkı tanıması gerekiyordu ki, Mekke'ye girebilsin. Kendisini himayesi altına almak için müracat ettiği üçüncü kimse olan Mut'im İbn Adiyy bu isteğini kabul etmiş ve tekrar Mekke'ye geri dönebilmişti. Tevhidî gerçekleri tebliğ görevine başlamasından sonra çektiği onca ızdırablara ve her geçen gün sistematik bir şekilde zorlaşan güçlüklere ve kavminin azgınlıklarına rağmen o, Allah'ın kelimesini yüceltmek için yılmadan ve hiç bir tehlikeden korkmadan sarsılmaz bir kararlılıkla mücadelesini sürdürmüştür.

Resulullah (s.a.s), tevhid akidesini insanlara tebliğ etmede; Mekke panayırlarına ticaret ve cahilî âdetler üzere haccetmek için gelen yabancıları hedef almaya yöneldi.

Onlara Allah Tealâ'nın kendisine vadettiği gerçekleri bildirerek, kendisine sahip çıkmalarını istiyordu. Resulullah onlara şöyle diyordu: "Beni himayeniz altına alın ve benim sözlerimi dinleyin; görürsünüz ki, İran ve Bizans İmparatorluklarının sahip ve efendileri sizler olursunuz". Ancak o, girdiği onbeş çadırdan da red cevabı alarak kovulmuştu. Neticede Allah Tealâ'nın takdir ettiği ve hidayetine lâyık gördüğü bir grubu Akabe mevkiinde İslâm'a davet ettiğinde, onlar hiç tereddüt göstermeden iman etmişlerdi. Altı kişilik bu küçük topluluk, Medine'de sürekli mücadele halinde olan iki rakip kabileden Hazrec kabilesine mensup kimselerden oluşuyordu. Bu altı kişi memleketlerine döndüklerinde, büyük bir heyecanla iman ettikleri yeni tevhidî dinlerini diğer insanlara anlatmaya koyulmuşlardır. Bir sonraki yıl yine Akabe mevkiinde Resulullahla buluşan on iki Medineli'den onu Hazrecli ve ikisi de Evs kabilesindendi. İşte bu buluşmadadır ki, Medine döneminin temellerini oluşturan ve tarihe birinci Akabe bey'atı olarak geçen bey'at gerçekleşmişti.

Resulullah (s.a.s), onlara dinin bir takım temel prensiplerini bildirmiş ve bunlara uymaları konusunda onlardan kesin söz almıştı. Resulullah (s.a.s), İslâm'ı öğretmek için Mus'ab b. Umeyr'i onlara hoca tayin ederek Medine'ye göndermişti. Bir yıl sonra Mus'ab, Resulullah'a sunduğu raporunda Medine'de İslâm'ın konuşulmadığı bir evin kalmadığını bildiriyordu.

Birinci Akabe Bey'atin'den bir yıl sonra, yine aynı mevkide bu sefer, ikisi kadın yetmiş üç kişiden oluşan Medineli müslümanlarla buluşmuş ve İkinci Akabe Bey'ati olarak adlandırılan bey'at gerçekleştirilmişti. Bu bey'atla Resulullah Medinelilere, Medine'ye hicret etmek istediğini bildirmiş ve kendisini bütün düşmanlarına karşı koruyacaklarına ve emrinden ayrılmayacaklarına dair kesin söz vermelerini istemişti. Medineli müslümanlar, Resulullah (s.a.s)'i savaşta ve barışta, her türlü tehlike ve tehditlere karşı koruyacaklarına dair söz vermişlerdi.

Resulullah (s.a.s), Medine'de oluşan İslâm cemaatini teşkilatlandırmak maksadıyla her sop için bir başkan seçmiş ve bunların hepsine birden, Es'ad İbn Zürâre'yi başkan tayin etmişti.

Bu bey'attan sonra Resulullah (s.a.s)'a Medine'ye hicret emri verildi (Buharî, Menâkibul-Ensar, 45). Bunun üzerine Mekke'de bulunan müslümanlar küçük gruplar halinde Medine'ye gitmeye başladı. Kısa zaman sonra Mekke'de, yakınları tarafından engellenen kimseler ve Resulullah (s.a.s), Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ali'den başka kimse kalmamıştı. İslam'ın bu şekilde Mekke dışına taşması, Mekke şehir devletini idare edenleri tedirgin etmişti. Çünkü onlar, Resulullah (s.a.s)'ın Medine'de meydana getireceği gücün ileride kendi müşrik yönetimlerine son verecek bir duruma gelmesinden korkuyorlardı. Zaten Hicret, Müslümanlar için bir kaçış değildir. Zira onlar Allah'tan başka korkulacak bir gücün varlığına inanmıyorlardı. Onlar, Allah ve Resulünün emrettiklerine uyarak dinleri uğruna her şeylerini feda etmişlerdi. Bu hicret, Allah Teâlâ'nın tesbit etmiş olduğu bir hareket stratejisinin uygulanmaya konmasından başka bir şey değildir.

Tehlikenin boyutlarını kavrayan Mekke müşrikleri, önemli kararlarını almak için toplandıkları bir meclis olan Darü'n-Nedve'de bir araya gelerek Resulullah'ı öldürme kararı almışlardı. Ancak onlar, Allah Tealâ'nın Resulünü korumakta olduğundan habersizdiler. Onların kurduğu komplo hiç bir işe yaramamış, Resulullah (s.a.s), Hz. Ebu Bekir (r.a) ile yaptığı tehlikeli bir yolculuktan sonra Medine'ye ulaşmıştı. O, ilk önce Medine'nin girişinde Kuba köyünde konaklamış ve burada bir mescit inşa etmişti.

Kuba'da birkaç gün dinlendikten sonra Medine'ye hareket eden Resulullah (s.a.s)'i Medineli müslümanlar büyük bir coşku içerisinde karşılamış ve herkes, onu evinde konaklama şerefine nail olmak için yarışa girmişlerdi. O, başını boş bıraktığı devesinin çöktüğü boş arsaya en yakın olan Ebu Eyyub el-Ensarî'nin evine yerleşmişti.

Resülullah (s.a.s)'in Kübaya ulaşmasıyla İslâm vahyinin Mekke dönemi olarak adlandırılan ve kendine has bir özelliği olan dönemi kapanıyor ve İslâm'ı insanlara ulaştırıp, onların müşrik zorbaların tahakkümünden ve şirkin karanlığından kurtarmak için kuvvetin teşkilatlandırılıp, devlet şekline sokulmasıyla birlikte Resulullah (s.a.s)'in vefatına kadar on sene sürecek olan yeni bir dönem başlıyordu.

İLK YAPILAN MESCİD

Resulullah (s.a.s)'in ilk işi devesinin çöktüğü arsayı sahiplerinden satın alarak buraya bir mescit inşa etmek olmuştur. Mescid-i Nebî adı ile anılan bu mekânın İslâm devletinin oluşumu ve yönetilmesinde gördüğü fonksiyon oldukça büyüktür.

 

MESCİDU'N-NEBEVİ

Resulullah (s.a.s)'ın Medine'ye hicretinden hemen sonra ashabıyla birlikte bina ettiği mescit. Bu mescit, Mescid-i Resul, Mescid-i Şerîf, Mescid-i Saadet ve Mescid-i Nebevî adlarıyla da anılmaktadır. Mescid-i Haram ve Mescid-i Aksa'dan sonra yeryüzündeki mescitlerin en faziletlisidir.

Resulullah (s.a.s), Hicret yolculuğunda kısa bir müddet Medine'nin dışında bulunan Kuba köyünde kalmıştı. Bu esnada Kuba mescidi adıyla bilenen mescidi inşa ettirmişti. Buradan yola çıkıp, Medine'ye girdiği zaman, Resulullah (s.a.s), misafir edip ağırlama şerefine nail olabilmek için herkes birbiriyle yarışa girmişti. Kendisini davet edenlere Resulullah (s.a.s); "Bırakın deve serbestçe yürüsün. O bizi Allahın razı olacağı bir yere kadar götürecektir" diyordu. Deve bir süre yürüdükten sonra, iki yetim kardeşe ait boş bir arsaya çöktü. Buraya evi en yakın olan Ebu Eyyub el-Ensarî, Resulullah (s.a.s)'ın eşyalarını alıp sevinçli bir halde evine taşıdı (bk. Hicret mad.).

Resulullah (s.a.s)'ın devesinin çöktüğü bu arsa sahipleri olan Neccaroğullarından Sehl ve Suheyl hibe etmek için ısrar ettilerse de Resulullah (s.a.s) bunu kabul etmedi ve on dinar gibi sembolik bir meblağ karşılığında burayı satın aldı. Bu bedeli Hz. Ebu Bekir (r.a) ödedi.

İbn Sa'd, Resulullah'ın Medine'ye hicretinden önce Esad ibn Zurare'nin arkadaşlarıyla burada namaz kıldığını, ayrıca cuma namazlarını da burada kıldırdığını nakletmektedir. Etrafı çevrili olan bu arsanın hemen bitişiğinde, cahiliye insanlarının gömülü bulunduğu bir mezarlık vardı. Resulullah bu mezarlığın kaldırılmasını istedi. Böylece mescidin inşa edileceği arsa genişletilmiş oldu. Ayrıca burada bulunan su birikintisi de yok edildi (Nesaî, Mesâcid, 12; İbn Sa'd Tabakatül-Kübrâ, Beyrut, t.y, I, 239).

Bu arsa üzerinde hemen bir mescit bina edilmeye başlandı. Ensar, Muhacir ve diğer gönüllü kimselerin de katıldığı kalabalık bir işçi-usta topluluğu tarafından yürütülen çalışmalar sonunda mescit, kısa sürede bina edildi. Resulullah (s.a.s) çalışmaları idare edip, mescidin kıble tarafındaki temellerinin atılması ve diğer planlamaları yapmakla yetinmeyip, çalışmalara bir işçi gibi taş, kerpiç taşı*** katılmıştır. O, bu çalışmalar esnasında şu beyitleri söylüyordu: "Allahım! Ahiret hayatından başka hayat yoktur. Ensara ve muhacirûna mağfiret et" (İbn Sa'd a.g.e., I, 239-240).

Temeller toprak seviyesine kadar taş, zeminden yukarısı ise kerpiç kullanılarak bina edildi. Temel yaklaşık olarak bir buçuk metre derinliğinde açılmıştı.

Eni-boyu yüzer zıra (bir zıra =kırkbeş santim) olmak üzere, kare şeklinde inşa edilen mescidin mihrabı Beytu'l-Makdis yönüne denk düşecek şekilde kuzey duvarında işaretlenmişti. Üç tane kapıdan biri güney tarafındaki arka duvarda, ikincisi batı tarafındaki duvarda, üçüncüsü ise Resulullah (s.a.s)'in hücrelerinin bulunduğu doğu tarafında idi. Bu kapıya Cibril kapısı denirdi.

Resulullah (s.a.s), ilk önceleri bir hurma kütüğü üzerine çıkarak hutbe okurdu. Bir zaman sonra bizzat Resulullah (s.a.s)'ın isteği veya ashabın, cemaatın kalabalıklaştığını ve arkadakilerin hutbe okurken onu göremediklerini bildirmeleri üzerine, bir kaç basamaklı bir minber yapılarak, mescite yerleştirildi (Buhârî, Cuma, 26; İbn Sa'd, a.g.e., I, 250-251).

Hicretten on altı ay sonra Kıblenin yönü Beytullah tarafına çevrildiği zaman, güneydeki kapı kapatılarak, burası mihrab yapıldı, Kuzeydeki duvarda da bir kapı açıldı. Mescitte namaz kılınan yerin üzeri açıktı. Ancak mescitin ortasında, hurma ağacından yapılan direkler üzerinde, hurma, dal ve yapraklarından bir gölgelik yapılmıştı.

Mescitin doğu tarafında duvara bitişik olarak Resulullah (s.a.s)'in hanımları Hz. Âişe (r.anh) ve Hz. Sevde (r.anh) için, iki oda inşa edilmişti. Ayrıca yine mescite bitişik olarak, gündüzleri bir eğitim-öğretim yeri, geceleri ise, evsiz kimseler ve misafirlerin barınması için "Suffa" denilen üzeri kapalı bir bölüm eklenmişti. Resulullah (s.a.s)'e ait odalara, zamanla yedi oda daha eklenerek oda sayısı dokuza çıkmıştır. Bunların hepsi kerpiçten idi (İbn Sa'd, a.g.e., I, 499).

Medine'de inşa edilen bu mescit aynı zamanda, kurulan İslâm devletine ait bütün faaliyetlerin yürütüldüğü bir merkez niteliğinde idi. Resulullah, ashabıyla orada istişare eder, savaş ve barış kararlarını orada alır, elçi heyetlerini orada kabul eder, savaşa çıkacak orduları orada techiz ederek yola çıkarır, topluma ait bütün meseleler orada çözüme kavuşturulur, hatta gerektiğinde suçlular ve esirler bağlanmak suretiyle orada hapsedilirdi (Nesei, Mesâcid, 20).

Eğitim-öğretim faaliyetleri, mescitin "Suffa" denilen kısmında yerine getiriliyordu. İslâm ümmetinin nüvesini oluşturan Ashab ve seçkin sahabe âlimler, İslâmda ilk üniversite sayılabilecek bu mekanda yetişmişlerdi. İslâm'ın esaslarını öğrenmek üzere Medine dışından gelenler için aynı zamanda bir yatakhane vazifesi görüyordu (İbn Sa'd a.g.e., 255). Bir defasında, Temim kabilesine mensup yetmiş kişi burada barındırılmış idi (Ahmed b. Hanbel, III, 371).

Resulullah (s.a.s), burada bizzat dersler veriyordu. Ancak, yeni gelen ve başlangıçta olan öğrencilere okuma yazmayı ve Kur'an-ı Kerim'i öğreten diğer öğretmenler de bulunmakta idi. Medine'den ve uzak yerlerden olmak üzere burada okuyan öğrencilerin dört yüz kişi gibi bir sayıya ulaştığı oluyordu. Burada barınanların ihtiyaçlarının büyük bir bölümü, cömert sahabeler tarafından karşılanmaktaydı (M. Hamidullah, İslam Peygamberi, İstanbul, 1980, II, 832).

Medine'de bir evi ve ailesi olmayan fakir kimseler de Suffa'da yatıp kalkıyor, ihtiyaçlarını buradan sağlıyorlardı (İbn Sa'd a.g.e, 255).

Mescid-i Nebevi, ilk inşa edilişinden sonra bir takım genişletme faaliyetleri gördü. Hayber'in fethinden sonra Resulullah (s.a.s), mesciti bir miktar genişletmişti. Resulullah (s.a.s), vefatından kısa bir müddet önce, Hz. Ebu Bekir'in kapısı hariç odalardan mescite açılan bütün kapıları kapattırmıştı (Buhari, Ashab, 3). Resulullah (s.a.s) vefat ettiğinde Hz. Âişe (r.anha)'ye ait odada defnedilmiştir.

İlk ciddi genişletme, Hz. Ömer (r.a)'in hilâfeti zamanında yapıldı. Güney tarafından beş, Batı ve Kuzey taraflarından da onar metre ilave yapıldı. Doğu tarafına ilâve yapılmadı ve Resulullah (s.a.s)'ın hanımlarının odaları olduğu gibi kaldı. Kuzey, doğu ve batı duvarlarında ikişer tane olmak üzere, kapı sayısı altıya çıkarıldı. Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer vefat ettiklerinde Peygamber (s.a.s)'ın yanına defnedilmişlerdir.

Hicretin yirmi dokuzuncu yılında Hz. Osman (r.a), mesciti yeniden inşa ettirdi. Duvarları süslü taş ile yeniden örüldü. Taş sütunlar kullanılarak mescitin bir kısmının üzeri kapatıldı. Kapılarının sayısında bir değişiklik yapılmadı. Bu yenileme ile mescitin genişliği yüz elli zıra, uzunluğu ise yüz altmış zıra'a çıkmıştır (İbnu'l-Esîr, el-Kâmil fi't-Tarih, III,103; Suyütî, Tarihu'l-Hulefa, Beyrut 1986, 173).

Emevîler zamanında, Medine Valisi Ömer b. Abdülaziz eliyle mescit yeniden inşa ettirildi. Hicrî seksen sekiz'den, doksan bire kadar süren çalışmalarla mescit, doğu, batı ve kuzey yönlerinden genişletilmişti. Peygamber (s.a.s)'in hanımlarının odaları Mescide katılmıştır (İbn Sa'd, a.g.e., I, 399). Resulullah (s.a.s)'in kabr-i şerifleri Hz. Âişe (r.anh) validemizin odasında bulunduğu için bu odanın sadece bir bölümü mescite dahil edildi.

Mescitin duvarları taş ve kerpiç kullanılarak yapılmış ve mermerlerle kaplanarak süslenmişti. Tavanı da Hindistan'da yetişen saac ağacı ile örtüldü ve altın suyu ile yaldızlandı. Bu yenileme ile mescitin uzunluğu ikiyüz zıra, genişliği de yüz altmış yedi zıra çıkmıştır. Sütunları mermerden yapılarak, sütun başlıkları altınlarla süslendi. Eyvanların yapımında taşlar kurşun kullanılarak birbirine geçirilip sağlamlaştırıldı. Ravza-ı Mutahhara (Resulullah (s.a.s)'nın kabrinin bulunduğu yer)'ın tavanı saac ağacı ile örtülerek yazılarla süslendi. İlk olarak mihrab ve dört tane de minare yapıldı.

Abbasîlerden el-Mehdî, Hicrî 162-778'de kuzey tarafından genişleterek, üç yıl süren çalışmalarla mesciti yeniledi. Yine 202 (817) yılında Me'mun, mesciti tekrar restore ettirdi.

576 (1180) yılında en-Nasır Lidinillah, Resulullah (s.a.s)'den kalan değerli eşyayı muhafaza etmek için mescitin sahnında kubbeli bir oda yaptırdı. Hz. Âişe (r.anh)'ın sakladıklarından bulabildiklerini buraya koydu. Bunlar; Resulullah (s.a.s)'ın vefat ettiği zaman giymekte olduğu çuhadan yapılmış rida ve izar, atlas kumaş ile işlemeli şal bir cübbe, Bürde-i Saadet, seccade, sancaklar, bir kısım resmi evrak ve Ashabdan bazılarına ait bir takım eşyadan ibaretti.

654 (1256) yılının Ramazan ayının ilk cuma günü, kandilleri yakan kandilcinin ihmali, kutsal emanetlerin korunduğu sahndaki kubbeli oda hariç, mescidin tamamen yanmasına sebep olmuştu. Abbasîler'den el-Mu'tasım, 655 (1257) yılı hac mevsiminde ustalar ve malzeme göndererek mescitin yeniden inşa edilmesini sağladı. Yemen Meliki Muzaffer ve Mısır Meliki Nureddin Ali İbn Mu'iz'in de iştirak ettiği bu çalışmalarla hücre-i nebeviye ve duvarların bir kısmı yeniden yapılmıştı. Melik Muzaffer, Yemen'de yaptırdığı sanat değeri çok yüksek bir minberi de Mescite yerleştirmişti. Ancak, imar işi tamamlanamamıştı. 685 (1295)'de Baybars, yarım kalan inşaatı tamamladı ve küçük bulduğu Melik Muzaffer'in minberini kaldırarak yerine, Mısır'dan getirttiği daha büyük ve sanat bakımından daha zarif bir minberi yerleştirdi. 886 (1481) Ramazanının 13. günü minarelerden birine isabet eden yıldırım, mescitin yanarak, duvarlarının yıkılmasına sebep oldu. Minber, mushaflar ve kitapların tamamı yandı. Ravza-ı Mutahhara ve sahndaki kubbeli oda bu yangından zarar görmemişti.

Mısır Memlûk Sultanı Eşref Kaytabay, Emir Sankar el-Cemalî'yi kalabalık bir usta kafilesiyle Medine'ye gönderdi.

Mescit biraz genişletilerek duvarlar ve minberler yeniden inşa edildi. Mihrabı da biraz genişleterek, üzerini, çevresindeki direklerin başlıklarına oturtulan bir Kubbe ile kapadılar. Ravza-ı Mutahhara'nın duvarları üzerine de bir kubbe oturttular. Bunun üzerini de sütunların taşıdığı diğer bir kubbe ile kapadılar. Sonra, Ravza-ı Mutahhara ile kıble duvarı arasına, etrafını üç küçük kubbenin çevrelediği büyük bir kubbe yapıldı. Yapılan diğer bazı kubbelerle de mescitin bir kısmı örtülmüş oldu. Yeniden yapılan mihrap, renkli mermerler ile süslendi. Rahmet kapısının yanında Medrese-i Mahmudiye adıyla anılan bir medrese inşa edildi. Kaytabay, yapılan bu işler için yüzyirmibin dinar tahsis etmişti.

Osmanlılar döneminde Mescid-i Nebevî'nin bakımı titizlikle yerine getirilmiş ve tezyin edilmiştir. I. Mahmud, Ravza-ı Mutahhara'nın üzerinde bulunan kubbeyi yenileyerek, koyu yeşile boyadı. Bundan dolayı bu kubbe, Kubbetu'l-Hadra (yeşil kubbe) adıyla anılır. Mısır valisi Mehmed Ali Paşa da Mescid-i Nebevi'de birtakım restorasyon çalışmaları yapmıştır. Mescit, Abdulmecid tarafından yeniden inşa edilmiştir. Abdulmecid'in bu iş için seçtiği ustalar, Akik vadisinde bulunan Hedab denilen kayadan sütunlar ve taşlar kestiler. Mesciti parça parça inşa etmeye başladılar. Yani bir kısmını yıkıyor, yerini hemen yapıyorlardı. 1849-1861 yılları arasında on iki şene süren inşa çalışmaları ile mescit yeni baştan inşa edildi.

Mayıs 1953'te başlatılan diğer bir çalışma ile, ön kısmı hariç yeni baştan inşa edilerek bugünkü hale getirildi. İlk imar edildiğinde yaklaşık 2475 m. kare büyüklüğünde olan Mescid-i Nebî, tarih boyu süren çeşitli inşa faaliyetleri sonunda 12271 m. kare genişliğe ulaşmıştır. Bugün ise yeniden büyük genişletme çalışmalarıyla bu alan birkaç katına çıkarılacak şekilde büyütülmüş bulunmaktadır.

Mescid-i Nebevî'nin Fazileti

Mescid-i Nebevi, Mescid-i Haram ve Mescid-i Aksa'dan sonra, yeryüzündeki mescitlerin en faziletlisidir. Bu konuda Resulullah (s.a.s)'den bir çok hadis varit olmuştur.

Mescid-i Nebî'de, bir bölüm vardı ki, Resulullah (s.a.s) burayı Cennet bahçelerinden bir bahçe olarak nitelemiştir. Ayrıca minberini de aynı şekilde vasıflandırmıştır.

Bir hadiste şöyle denilmektedir:

"Resulullah, bir hurma kütüğüne yaslanarak hutbe okurdu. Ashabdan biri şöyle dedi: "Ya Resulullah! Senin için bir şey yapalım ki, cuma günü üzerine çıktığın zaman insanlar sizi görsün ve hutbenizi duyabilsinler" dedi. Bunun üzerine Resulullah; "olur" dedi. Üç basamaklı bir minber yapıldı. Daha önce yaslanıp hutbe okuduğu kütüğü geçince, kütükten on aylık gebe devenin inlemesi gibi iniltiler gelmeye başladı. Resulullah onu eliyle meshetti ve ses kesildi (Buhârî, Cuma, 26; Nesaî, Cuma, 17; İbn Mâce, İkame, 199; İbn Sa'd, a.g.e.,I, 239-254).

Resulullah (s.a.s), bu minberin üzerine çıktığı zaman şöyle demişti:

"Evimle minberimin arası Cennet bahçelerinden bir bahçedir ve minberim de Cennet bahçelerinin üzerindedir (Ahmed b. Hanbel, II, 36, 450, 534; V, 41). Diğer bir hadis de; "Evimle minberimin arası, Cennet bahçelerinden bir bahçedir ve minberim havzımın üzerindedir" (Ahmed b. Hanbel, II, 236) şeklindedir.

Minber hakkındaki başka bir hadis-i şerifte de şöyle buyurulmaktadır: "Minberimin ayakları Cennet üzerindedir" (Ahmed, b. Hanbel, VI 289, 292, 318; Nesaî, Mesâcid, 8).

Bu hadisler, Mescid-i Nebevî'nin, Resulullah'ın minberi de dahil olmak üzere, minberi ile evi arasında kalan bölümün Cennet bahçelerinden birisi hükmünde olduğunu teyit ederek ortaya koymaktadır. Buna göre, burada bilinçli bir şekilde bulunan, namaz kılan veya başka bir ibadetde bulunan, yaptığı şeyleri Cennet bahçelerinden birinde yapmış gibidir.

Yeryüzünde namaz kılmak ve ziyaret etmek maksadıyla yolculuğa çıkılabilecek üç mescitten birisi Mescidi Nebî'dir. Bir hadis-i şerifinde Resulullah (s.a.s) şöyle buyurmaktadır: "Üç mescitten başka bir yere (ibadet etmek için) özel olarak yolculuk yapılmaz: Mescid-i Horam, Mescid-i Aksa ve Benim mescidim" (Buharî, Fedâilü's-Salat, 1, 6).

Mescid-i Nebî'de kılınan namaz, diğer mescitlerde kılınan namazlardan çok daha faziletlidir. Sa'd ibn Ebi Vakkas (r.a)'dan Resulullah (s.a.s)'ın şöyle söylediği rivayet edilmektedir: Mescitimde namaz, Mescid-i Haram hariç, diğer mescitlerde kılınan bin rekât namazdan daha hayırlıdır" (Ahmed b. Hanbel, I,184); Başka bir rivayette "daha faziletlidir" (Hanbel, I, 16; Nesai, Mescid,4) buyrulur.

Bunun içindir ki, hac farizasını ifa etmek için bu topraklara yönelen insanlar, bir müddet Medine'de kalarak Mescid-i Nebî'de ibadet etmenin güzelliklerinden faydalanmaya çalışırlar.

Namazın dışında, diğer hayırlı ameller için de Mescid-i Nebevî üstün bir mahaldir. Orada yapılan her ibadet kat kat fazlasıyla mükafatlandırılır. Bunun böyle olduğunu vurgulamak için Resulullah (s.a.s) bir hadisinde, Allah yolunda cihat ile kıyas yaparak şöyle buyurmaktadır: Mescitime bir hayrı öğrenmek veya öğretmek için gelen, Allah yolunda cihat eden kimse gibidir. Bunun dışında gelen, başkasının kazancını seyreden kimseye benzer" (Ahmed b. Hanbel, II, 418).

Resulullah (s.a.s), Mescid-i Haram ve Mescid-i Aksa yanında kendi mescidinin konumunu bildirmek maksadıyla şöyle demiştir: Ben peygamberlerin sonuncusuyum. Mescitim de mescitlerin sonuncusudur" (Nesaî, Mesâcid, 7). Bu hadisler, zikredilen bu üç mescitin dışında inşa edilecek hiç bir mescitin, diğerlerinden farkı olmadığını ve fazilet bakımından birbirine denk olduğunu da ortaya koymaktadır.

 

Resulullah (s.a.s), Medine'ye hicret ettiği zaman, burada Mekke'deki gibi bir devlet yoktu. İki büyük Arap kabilesi olan Evs ve Hazrec'den başka, varlıklarını bu kabileleri birbirine karşı çatıştırarak sürdüren Benu Kaynuka, Benu Nadr ve Benu Kureyza adlarında üç yahudi kabilesi bulunmaktaydı. Ayrıca bu yahudi kabileleri arasında da bir birlik yoktu. Bu anarşi ortamı herkesi bıktırmış olduğu için, bütün kabileler Abdullah İbn Ubeyy'in Medine'de Kral ilân edilerek bir devlet otoritesinin kurulması yolunda bir karar üzerinde anlaşmalarını sağlamıştı. Hatta bunun için bir krallık tacının yapılması için de sipariş bile verilmişti. Ancak henüz devlet teşekkül etmiş değildi. Bu durum Resulullah'ın işini kolaylaştırıyordu. O, ilk iş olarak, yahudiler ve diğer müşrik Araplar da dahil herkesi toplayarak hazırladığı anayasa çerçevesinde bir devlet kurulmasını sağlama yoluna gitti. Elli iki maddeden oluşan anayasa, herkesin hak ve sorumluluklarını belirtirken aynı zamanda idarenin müslümanların elinde olmasını öngörüyordu (bu anayasanın maddeleri için bk. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi, İstanbul 1980, I, 220 vd.).

Medine'de müslüman nüfus azınlıkta olmasına rağmen, kurulan devlet bir İslâm devleti niteliğinde olup, bunun tabii başkanı da Resulullah (s.a.s)'dir. Daha önce Medine'de bir devlet yapısının olmayışı, Resulullah (s.a.s)'ın İslâm devletini kurup hiç kimse ile bir çatışmaya girmeden onu istediği gibi teşkilatlandırmasını kolaylaştırmıştı. Ancak İslâm devletinin kurulmasıyla krallığı suya düşen Abdullah İbn Ubeyy zahiren iman etmiş gözükerek, Medine İslâm devletini sabote etmek için var gücüyle çalışıyordu. Münafıkların lideri konumunda bulunan İbn Ubeyy, Medine dönemi boyunca, müslümanları sıkıntıya sokan etkili nifak hareketlerinin tezgâhlanmasında oldukça büyük rol oynamıştır.

Mekke'den her şeylerini terkederek Allah yolunda hicret eden muhacirlerin Medine'deki yaşayışlarını kolaylaştırmak ve sosyal hayata adapte etmek için Resulullah (s.a.s), her bir muhaciri bir Ensarla kardeş ilân etmiş ve bu kardeşlik birbirine mirasçı olmak kadar ileri götürülmüştü. Bu olay tarihe "Muahat" * adıyla geçmiş ve Ensar'ın Allah yolunda, din kardeşleri için hiç tereddüt etmeden ne kadar büyük fedakârlıklarda bulunduklarını ortaya koymuştur.

Artık, Mekke'de sadece bir cemaat statüsünde olan müslümanlar Medine'ye hicretle devletlerini kurmuş, bu da İslâm'ın tebliğ stratejisinde önemli değişiklikleri beraberinde getirmişti. Mekke döneminde savaş ferdi olaylara itiraz edilmemekle birlikte genel anlamda yasaklanmıştı. Bu dönemin tabiatı bunu gerektirdiği için Allah Tealâ, onca işkence ve saldırılara rağmen müşriklere karşı silahla karşılık verilmesine izin vermemişti.

İkinci Akabe Bey atının peşinden, Ensar'dan Abbas ibn Ubade; "Ya Resulullah, izin ver sana eziyet eden müşrikleri kılıçtan geçirelim" dediğinde Resulullah (s.a.s): Henüz bununla emrolunmadık, arkadaşlarınızın yanına dönün" buyurmuştu (Ahmet b. Hanbel, III, 462).

Hicretle birlikte, devletin kurulmasından hemen sonra, Allah Teâlâ inananlara İ'lay-ı Kelimetullah için kıyamete kadar sürecek cihatın kapısını açıyordu: "Zulme uğratılarak kendilerine savaş açılan kimselerin karşı koyup savaşmasına izin verilmiştir. Allah onlara yardım etmeye elbette kadirdir" (el-Hac, 22/39).

Mekkeli müşrikler, hicretten sonra, kendileri açısından durumun vahametini anladıkları için Medineliler'den, Resulullah (s.a.s)'i öldürmeleri, en azından Medine'den sürmelerini istiyorlardı. Bu yapılmadığı takdirde Medine'yi işgal edecekleri tehditlerini savuruyorlardı. Resulullah (s.a.s), Medine'deki küçük müslüman toplumu teşkilatlandırmaya gayret gösterirken, sınırları tespit edilmiş ve henüz bir şehir devleti niteliğindeki bölgenin dışında kalan gayrimüslim kabilelerle ittifak veya saldırmazlık antlaşmaları yaparak dışardan gelebilecek bir tehlikeyi karşılayacak bir ortam hazırlamaya çalışıyordu. Ancak burada önemli olan husus, müslümanlar, planlarını savunmaya değil, İslâm tebliğinin aktif olarak diğer insanlara da ulaştırılması üzerinde yapıldığıdır. Bunun için askerî gücün kaçınılmazlığı açıktır. Bundan dolayıdır ki Hicret, sadece Mekkeli müslümanların Medine'ye intikali ile sınırlı tutulmamış, nerede olursa olsun iman eden herkesin Medine'ye hicreti farz kılınmıştır. Mekke'nin fethine kadar geçerli kalan bu hüküm, Mekke'nin fethiyle artık gerek kalmadığı için kaldırılmıştır.

Resulullah (s.a.s), siyasî, sosyal ve cihatla alakalı inen ayetleri, Mescid-i Nebi'de ashabına öğretiyor, ayrıca Mescid-i Nebi'ye eklenen ve İslâm öğretiminin ilk üniversitesi mahiyetiniz olan Suffa'da yetişmiş ashabın katılımıyla bu eğitim faaliyetleri bütün müslümanları kapsayacak şekilde yerine getiriliyordu.

Bu teşkilatlanma ve eğitim çalışmaları yanında İslâm devletinin en önemli düşmanı olan Mekkeli müşrik güçlere karşı silahlı bir faaliyetin hazırlıkları da yapılıyordu. Resulullah (s.a.s), Hicretten yedi ay sonra, Mekkeli müşriklere ait ve başında Ebu Cehil'in bulunduğu bir ticaret kervanını vurmak için Hz. Hamza komutasında otuz kişilik bir birliği Medine'den yola çıkardı. Ancak her iki tarafın da müttefiği olan Mecdi b. Amr'ın araya girmesiyle, savaş pozisyonu alan kuvvetler savaşmadan ayrılmışlardı.

Bu olaydan bir ay sonra, altmış kişilik bir kuvveti Ubeyde b. el-Haris komutasında yine Mekke kervanının yolunu kesmek için göndermişti. Seniyyetül-Murre mevkiinde karşılaşan kuvvetler arasında yine ciddi bir çatışma meydana gelmemişti. Bununla birlikte, Mekke müşrikleri ile müslümanlar arasında tam bir savaş hali yaşanıyordu. Bunun için, bu kervanlara yapılan saldırılar, basit birer yol kesme hareketi değildi. Müşriklere ait ticaret kervanlarının İslâm devletinin nüfuz bölgelerinden geçmesi engellenerek, savaş halinde bulunan güçlerin ekonomilerinin çökertilmesi hedefleniyordu. Ayrıca bu küçük çaplı askerî operasyonlarla müslümanların savaş yeteneklerinin geliştirilmesi ve tecrübe kazanmalarını sağlayarak, ilerdeki büyük savaşlar için İslâm ordusunun alt yapısı oluşturulmaya çalışılıyordu.

Hicrî birinci senenin sonunda Sa'd b. Ebi Vakkas komutan tayin edilerek, yirmi kişilik bir kuvvetle el-Harrar bölgesine gönderilmişti. Ancak, Mekke kervanı bir gün önceden burayı terkettiği için yine bir çatışma olmadan Medineye dönülmüştü.

Hicrî ikinci senenin Şevval ayında, ikiyüz kişilik bir kuvvetle Resulullah (s.a.s)'ın bizzat askerî sefere çıktığı görülmektedir. Bedir yakınlarındaki Vaddan bölgesine kadar giden Resulullah (s.a.s), bu bölgede oturan Benu Damra kabilesi ile bir saldırmazlık antlaşması yapmıştı. Bundan bir ay sonra Resulullah (s.a.s), ikiyüz kişilik bir kuvvetle Medine'nin kuzey batı tarafında bulunan Buvat bölgesine gitti. Mekke kervanlarını sıkı bir takibe alan Resulullah (s.a.s), çıktığı seferler esnasında bir takım kabilelerle. antlaşmalar akdediyor ve Medine etrafındaki kabileleri Mekkeli müşriklere karşı kendi tarafına alıyordu.

Bu arada, Şam ticaret yolunun müslümanlar tarafından kontrol altına alınması Mekke müşriklerinin tedirginliğini oldukça artırmıştı. Hicri ikinci yılın Cemaziyel-Ahir ayında, Kurz b. Cabir'in komutasındaki Mekkeli bir birlik Medine'nin dış mahallelerine baskın düzenlemiş ve buraları yağmalamıştı. Medine'ye henüz dönmüş bulunan Resulullah (s.a.s), bu Mekkeli birliği yakalamak için peşlerine düştüyse de, kaçıp gittiklerinden onlara yetişmesi mümkün olmamıştı. Bu olay müslümanlar için üzüntü verici olmuştu. Bunun üzerine Mekke'den bir kervanın yola çıktığı haberi alınınca Resulullah (s.a.s), hemen Medine'nin güney batı tarafında bulunan Benu Damra arazisine doğru yola çıktı. Burada Müdlic kabilesine mensup olup, hicret esnasında Resulullah (s.a.s)'i yakalamak isteyen, ancak sonra iman eden Suraka Resulullah (s.a.s)'i kabile mensupları ile birlikte büyük bir coşku ile karşılamıştı. Suraka'nın müslümanları ağırlaması esnasında Mekke kervanı savuşup gitmişti. Bu sefer esnasında savaşçıların sayısı yüz elli kişi kadardı.

Suriye'ye giden kervanın yolunun kesilmesini sağlamak için Resulullah (s.a.s) iki kişiyi istihbarat maksadı ile Suriye'ye göndermişti. Ayrıca oniki kişilik bir birliği Abdullah b. Cahş komutasında, Mekke devletinin müslümanlar hakkında tasarladıkları planları öğrenmek için tehlikeli bi r görevle -Mekke'nin güneyinde,. Mekke ile Taif arasında bir yer olan Nahle mevkiine gönderdi. Bu birliğin gittiği yerin gizliliğini muhafaza için görevlerini bildiren mühürlü talimatın iki gün yol alındıktan sonra açılması emredilmişti. Bu birlik Nahle bölgesine geldiğinde Mekkelilere ait üzüm ve deri yüklü bir kervanla karşılaştı. Görevi sadece haber toplamak olan birliğin komutanı Abdullah İbn Cahş, bu kervana saldırı emri vermiş sonuçta bir müşrik öldürülmüş, iki esir alınmış ve kervandaki mallara ganimet olarak el konmuştu. İslâm devletine ait askerî birlikler düşmanla ilk defa ciddi bir çatışmaya girmiş oluyordu.

Şam tarafına gitmiş olan kervanın dönüşte ele geçirilmesi için hazırlıklara girişildi. Bu kervanın yakalanması çok önemliydi. Çünkü Mekkeli müşrikler, Medine'de gün geçtikçe güçlenen İslâm devletine nihai darbeyi vurup ortadan kaldırmak için gerekli olan finansı sağlamak gayesiyle Ebu Süfyanın liderliğinde bu büyük kervanı Suriye'ye göndermişlerdi. Bu kervanın dönüş haberi Medine'ye ulaşınca Resulullah (s:a.s), Ebu Lübabe'yi Medine'de vekil bırakarak, Hicri ikinci yılın Ramazan ayında üçyüz kişiden oluşan ashabıyla birlikte yola çıktı. Bunu öğrenen Ebu Süfyan, kervanı kurtarmak için güzergah değiştirirken, aynı zamanda durumu Mekke'ye bildirerek acilen yardım yetiştirilmesini istemişti.

Böyle bir fırsatı kaçırmak istemeyen Ebu Cehil Mekke'de dolaşarak halkı galeyana getirmeye çalışıyordu. O, topladığı bin kişilik kuvvetin başına geçerek Medine'ye doğru yola çıkmıştı. İslâm ordusu Zefiran denilen yere geldiğinde, Mekkeliler'in kalabalık bir ordu ile yola çıktıkları haberi Peygamber'e ulaşmıştı. Diğer taraftan Ebu Süfyan kervanı kurtarmış ve tehlikeyi atlattığını yola çıkmış bulunan Mekke ordusuna bildirmişti. Ancak Ebu Cehil, yakaladığı bu fırsatı değerlendirmek için yoluna devam etti. Ashabıyla bir durum değerlendirmesi yapan Resulullah (s.a.s), onların Allah yolunda savaşmadaki kararlılıklarını görünce kendi ordusundan üç kat daha kalabalık müşrik güçlerle savaş kararı alınarak yola devam edildi. Bedir mevkiine gelindiğinde, vaziyet almış durumdaki düşman ordusuna karşı mevzilendi.

Bu savaş İslâm'ın kaderini belirleyecek bir mahiyet arzetmekte idi. Bu savaş ya kazanılacaktı veya üç yüz kahraman mücahitle birlikte İslâm risaleti tarihe karışacaktı. Durumun ciddiyetini, Resulullah (s.a.s)'in Rabbine yaptığı şu tazarru açıkca ortaya koymaktadır: "Allah'ım, vadettiğin yardımını bugün lütfet. Ey Rabbim, bugün şu küçük ordu yok olup giderse yeryüzünde sana kulluk eden kimse kalmayacak".

Allah Tealâ bu esnada mü'minlere zaferi müjdeleyen şu ayeti vahyediyordu:

"Bütün bu toplananlar (müşrikler) hezimete uğrayacak ve arkalarına dönüp kaçacaklardır" (el-Kalem, 68/45).

17 Ramazan günü (13 Mart 624) yapılan savaşta Allah Teâlâ'nın vadi gerçekleşmiş ve düşman ordusu büyük bir hezimete uğratılmıştı. Ebu Cehil ve diğer bir grup ileri gelen müşrikler de dahil yetmiş müşrik öldürülmüş, çok sayıda da esir alınmıştı. İslâm ordusunun verdiği şehit sayısı ise on dört kişiydi (bk. Bedir Gazvesi).

Bedir savaşı, Medine İslâm devletinin temellerini sağlamlaştırmış, inananlara büyük moral gücü kazandırmıştı. Artık bu savaşla hak batıla üstün gelmiş, küfrün, şirkin ve putperestliğin yeryüzünden silinip atılması için İslâm cihatı meşalesi tutuşturulmuştu.

Bedir'den Medine'ye dönüldüğü zaman, İslâm'a duydukları düşmanlıktan dolayı içlerini kemiren ve müslümanların kazandığı bu büyük zaferi hazmedemeyen ve kahrolan yahudiler, düşmanlıklarını açığa vurmaya ve değişik yollarla müslümanlara sataşmaya başlamışlardı.

İffetsiz bir kadın şair olan Asma binti Mervân ile Ebu Afek adındaki yahudi şairler, İslâma karşı haddi aştıkları için öldürülmüşlerdi. Yahudi kabileler içinde düşmanlıklarını ilk önce açığa vuran Kaynuka yahudileri, Bedir zaferini küçümsüyor, sebebini, Mekkeli arapların savaş bilmemelerine bağlayıp; "bizimle karşılaşsalar da savaş nasıl olurmuş görseler" diyerek müslümanları hafife alıyorlardı.

Bir müslüman kadının yahudiler tarafından saldırıya uğraması üzerine çıkan olaydan sonra Resulullah (s.a.s), Kaynukaoğullarına savaş ilân etti. Müslümanlara karşı büyüklenen bu yahudi kabile, tıynetlerindeki korkaklıklarından, sarfettikleri sözleri unutup kalelerine kapanmaktan başka ça! re bulamadılar. Müslümanlarla çatışma cesaretini gösteremeyen Kaynukaoğulları teslim olmaları üzerine Medine'den sürülüp çıkarıldılar (bk. ; Kaynukaoğulları).

Gelişen olaylar çerçevesinde Allah Teâlâ, sosyal, iktisadî, siyasî konulardaki ayetlerini, hikmetine binaen bir nüzul sebebi çerçevesinde gönderirken, İslâm savaş hukukuna dair teşrii de oluşmaya başlamıştı. İslâm, canlı bir hayat dini olduğu için, inen hükümler hemen toplum hayatına yansıtılıyor ve müslümanlar tarafından hazmedilerek, yaşayışlarını onlara göre düzene koyuyorlardı. İslâm tebliğinin Mekke safhası, nasıl ki kıyamete kadar sürecek tevhid mücadelesinde insanlara örnek teşkil etsin diye Allah tarafından o seçkin topluluğa yaşatılmışsa, Medine dönemi de, kıyamete kadar müslümanların ferdi yaşayışlarından devlet düzenine kadar her şeyleri için örnek olsun diye, yine o seçkin sahabeler topluluğuna yaşatılmakta idi.

Bedir savaşından sonra Resulullah, Mekke müşrikleriyle müttefik konumundaki müşrik kabilelere karşı akınlara girişmişti. Bedir'de müslümanların elde ettiği zafer ve Kaynukaoğullarının ihanetlerine karşılık sürülmeleri, geri kalan yahudileri çileden çıkarmıştı. Bütün peygamberlere ihanet eden bu kavim, Resulullah (s.a.s).ile yaptığı antlaşmaya aykırı olarak Mekke müşrikleriyle gizliden gizliye komplolar hazırlamaya girişti. Yahudi liderlerinden şair Ka'b b. Eşref, Bedir zaferini duyduğu zaman üzüntüsünden;

"Bugün yerin altı üstünden yeğdir" demiştir. Bu adam Mekke'ye gidiyor ve Bedrin intikamını almaları için onları harekete geçirmeye çalışıyor, yahudilerin kendilerine yardım yapacağına dair taahhütlerde bulunuyordu. Düşmanlıkta alenî davranan ve ileri giden bu yahudi öldürülerek fesatı engellenmişti.

Bedir mağlubiyetini bir türlü hazmedemeyen ve öfkeden çılgına dönen müşrikler, intikam almak için hemen hazırlıklara girişmişlerdi. Bedir öncesi, Ebu Süfyan'ın Mekke'ye ulaştırdığı kervandan herkes sadece sermayelerini almış, kervanın 250.000 dirhem tutarındaki toplam kârı ordu teşkilinde harcanmak için ayrılmıştı. Mekke dışındaki bir çok kabileye heyetler gönderilerek para karşılığında asker toplama yoluna gidildi. Ordunun mümkün olduğu kadar büyük ve kalabalık olması gerekiyordu. Zira Medine'ye doğru yürüme cesaretini ancak bununla kendilerinde bulabilirlerdi.

#1 - Mayıs 07 2006, 00:52:45
İmza kural dışı.

Üye:

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.