İlk Büyük Dünya Uygarlıklarının Ortaya Çıkışlarına Genel Bir Bakış
İnsanlık tarihi, ilk büyük dönüm noktasına, yiyecek üretimine geçilmesiyle ulaştı. Bu olay, insanların sayısında çok büyük bir artış olanağı sağladı ve uygarlıkların üzerinde yükseleceği temelleri attı. Avcılık ve toplayıcılığın, yerlerini ne zaman, nasıl ve nerede çiftçilik ve çobanlığa bıraktıkları belli değil. Son ikisine geçişin en erken ve önemli örneklerinden biri, İ.Ö. 8500 -7000 dolaylarında Ortadoğu’da gerçekleşti. Tahıl tarımı, buradan, çağımızın bilim adamlarının, pek azını ortaya çıkarabildikleri göçler ve benimsemeler yoluyla, Avrupa’ya, Hindistan’a, Çin’e ve Afrika’nın bazı yerlerine yayıldı. Tarım Kuzey Amerika’da, Güney Amerika’da, Asya’nın Musonlar bölgesinde ve Batı Afrika’da bağımsız buluşlar olarak başlamış olabilirse de bu, kesin kanıtlanmış bir gerçek değildir.
İnsanlık tarihinin ikinci dönüm noktasına, uygar toplum denilen becerikli ve karmaşık toplumların ortaya çıkışıyla ulaşıldı. İşte bu noktada Ortadoğu’nun önceliği tartışma götürmez. İnsanlığın en eski uygarlıkları, Dicle-Fırat ve Nil vadilerinde, İ.Ö. 3500-3000 dolaylarında gelişti. Çok geçmeden onları İndüs Vadisi izledi. İlk zamanlarda karmaşık uygar örgütleniş, son derece özel coğrafya koşullarının varlığını gerektiriyordu. Yalnızca sulama yapılan topraklarda, aynı tarlalardan her yıl üst üste bol ürün elde edilebiliyordu ve yalnızca sulama gereksinimi duyulan yerlerde, çok sayıda insanın kanal kazmak, set çekmek için işbirliği yapması gerektiği anlaşıldı. Çok sayıda kimseyi kapsayan toplumsal örgütlenme alışkanlığıyla birlikte, uzmanları besleyebilecek bir tarımsal “artı ürün” , ancak Ortadoğu’nun bu en büyük ırmaklarının taşkın alanı olan ovalarında ortaya çıkabilirdi ve gerçekten de ilkin buralarda ortaya çıktı. Çok sonraki tarihlere dek başka hiçbir yerde, böyle bir toplumsal örgütlenme ve tarımsal artı yaratılamadı.
O tarihlerden bin yıl kadar sonra insanlar, uygar karmaşık örgütlenişi, yağmurla sulanan topraklara yaymaya başladılar. Sabanın bulunuşu, bu gelişmede başrolü oynadı. Bu buluş, zamanın çiftçilerine hayvanların gücünü tarımda kullanma olanağı ve böylece her birine yiyecek üretimlerini önemli ölçülerde arttırma fırsatı verdi. Bu ise, daha önceleri, ancak sulama yapılan alanlardan sağlanabilen tarımsal artı ürünün, yağmurla sulanan topraklardan da elde edilmesini sağladı. Bunun yanı sıra uygarlık, farklı bir toplum düzenini gerektiriyordu. Yöneticiler saray halkını ve saraylarının bulunduğu kentlerin halkını besleyebilmek için tarımcıları, artı ürünlerini vermeye zorlayacak yolları bulmak zorundaydılar. Uygar toplumsal örgütlenişin önemli bir değişik biçimi ise, Girit gibi bir adanın yöneticilerine, Akdeniz’in tüm kıyılarının meyvelerini toplama ve Knossos’taki bir sarayı alışverişten sağlanan kazançların gücüyle ayakta tutma olanağı veren deniz ticaretine dayandı.
İnsan ilişkilerinde bir dördüncü büyük değişiklik, Mezopotamya’nın kuzey kıyıları boyunca uzanan bölgenin bir yerlerinde, savaş arabalarıyla savaş tekniklerinin yetkinleştirildiği İ.Ö. 1700’den az sonra bozkırın çoban ve savaşçılarını tarihte ilk kez ön plana çıkardı. Savaş arabaları, atların nasıl terbiye edileceğini bilen savaşçılara üstünlük kazandırdı. At yetiştirilen büyük merkez bozkırlarda olduğu için,bu büyük üstünlükten yararlananlar Orta Asya’nın ve Ukrayna’nın Hint-Avrupa dilleri konuşan savaşçı kabileleri oldu. Bu savaşçılar tüm Avrupa’yı, Batı Asya’yı ve Çin’i istila etti. Savaş arabalarıyla savaş tekniklerini her nasılsa öğrenen başka kabileler de, Çin’de Sarı Irmak vadisinin köylülerini boyunduruk altına aldı.
Avrupa’da, Hindistan’da ve Çin’de, eskiden beri yaşamakta olan tarımcı halklarla, toprağın bu yeni efendileri arasındaki etkileşim, üç yeni ve son derece başarılı uygarlık biçiminin gelişmesi için gerekli temelleri atmış oldu. Bu üç uygarlık, aşağı yukarı birbirlerine yakın bir hızla gelişti. Öyle ki, İ.Ö. 500’e gelindiğinde, Yunanistan’da kendine özgü, Avrupa tipi bir uygarlık ortaya çıkmıştı. Uygarlığın aynı derecede kendine özgü Hintli tipi Ganj Irmağı vadisinde belirdi ve Sarı Irmak’ın orta kıvrımları boyunca uzanan Çin uygarlığı da aynı biçimde, kendine özgü bir tip olarak ortaya çıktı.
Ortadoğu’nun tarihi çok daha karmaşıktır. Yerli halklar, çok geçmeden, savaş arabalarını, fetihçileri kovmak yolunda nasıl kullanacaklarını öğrendikleri için, savaş arabalı fetihlerin Mezopotamya ve Mısır üzerindeki etkisinin yüzeysel kaldığı söylenebilir. Mısır’da, Küçük Asya’da ve Kuzey Mezopotamya’da gelişen üç uygar imparatorluk, bundan sonra, yeni bir barbar akını dalgası gelip çarpana kadar, Ortadoğu’da üstünlüğü ele geçirmek için birbirleriyle yarıştı. İşte bu yeni barbar akınlarıyla gelenler, demir (daha doğrusu yumuşak çelik) silahlarla donanmışlardı ve Tunç çağının büyük imparatorlukları bu yeni ve daha bol olan madenle silahlanmış kabilelerin saldırılarıyla yıkıldı. Ne var ki barbar fethinin etkisi bu kez de geçici oldu. İlkin Asurluların, sonra da Perslerin egemenliği altında, tümüyle uygarlaşmış eski Ortadoğu bölgesinin siyasal alanda birleştirilmesi yolunda doruğa tırmanan imparatorluklar doğdu; ancak bu çabalar, kararlı siyasal birlikler yaratamadı.
Bu karışık gelişmenin bir sonucu olarak, Mısır ve Mezopotamya vadileri arasındaki ve çevrelerindeki yağmurla sulanan topraklar üzerinde yükselmiş çeşitli uydu uygarlıkları olduğu kadar, Mısır’daki ve Mezopotamya’daki uygarlıkları da bir zamanlar birbirinden ayıran özelliklerin hepsi, yeni, kozmopolit bir Ortadoğu yaşam biçimi içinde birleşip karışmaya başladı. Bu evrenkentli uygarlığa uygun bir Ortadoğu dünya görüşünü kesin biçimde dile getirenler Yahudiler oldu. Yahudilerin İ.Ö. 8 – İ.Ö. 6. yüzyıllar arasında yaşayan peygamberlerce biçimlendirilen dinleri, Hindistan’ın Budizmi, Çin’in Konfüçyüsçülüğü de Yunan felsefesi kadar canlı ve inandırıcı bir dindi. Avrasya uygarlığının İ.Ö. 500’de en olgun noktasına ulaşan dört dalının açık ve kesin bir biçimde ortaya çıkışıyla, dünya tarihinin bu yapıcı başlangıç dönemi sona erdi.